Dağ yüzlü bir akşamın koynundayım. İçimde firari gülüşüyle yoluma çıkan zambakların hüznü. Ruhum kıblesini arayan bir sükûtun içinde kanat çırpıyor. Gece nemli bir mendile gözyaşını silmekte. Hüznümün tetiğine basan yalnızlık geceye bir mermi gibi öylece düşüyor. Topraktan gelip yine toprağa düşerken dünya patikalarında dolaştığım vakitler dökülüyor satırlarıma.

Henüz asfalt atılmamış bir köy yolunda 68 model bir bmc ile giderken kamyonun arkasından yükselen toz bulutları gibi dağılıyorum. Etrafımda iğde ağaçları saçları dağılmış kadınlar gibi duruyor. Sonra bir çeşme başına düşüyor hayal bulutları. Orada bir kız saçlarını tarıyor. Sonra uyanıyorum gece yarılarında. Şimdi gözlerim uyurgezer bir çocuğun anılarında.

Kederin bir ip gibi eğrildiği kirmenler gibi dönüyor dünya. Kalbimin çıkrığında ip eğiriyor yazmalı kadınlar. Akşam çan sesleri arasından kuzusunu seçmeye çalışan koyunlar gibi meliyorum. Elimde ferhatın kazması. Bir rüyanın uğruna dağları deliyorum.

Siz hiç akşam saatlerinde Niğde’den Bor’a doğru giden yoldan geçtiniz mi? Güneş bin bir türlü cilveyle batarken sanki ateşten bir denizin içine doğru düşmüş gibi olursunuz. Dünya bir tarladır ve güneş ekininde alevden başaklar derilir. Artık gurbete giden bir otobüsün içinde içe doğru akan iki damla gözyaşıdır dünya.

Urfa’dan Harran’a giden eski bir minibüsdeyim. Minibüsün içinde hareketli Arapça bir türkünün sesi yükseliyor. Sonra “yaba yaba” diye başlayan bir uzun hava “işlon işlon” diye hızlanıyor. Kadınların yüzünde ve ellerinde değişik figürlerde dövmeler göze çarpıyor. Uzakta Tek Tek dağlarının üstünde açan peygamber çiçeklerini düşünüyorum. Urfa dağlarında yavrusunu arayan ceylanların kederiyle.

Erzurum’da Dumlu'nun üstünde esen rüzgârları şahit göstererek başlıyorum konuşmaya. O gün Yolgeçti Köyü'nün üstünde dolaşan bulutlar gibi kıpır kıpırdı yüreğim. Fırat'ın doğduğu bu yerde bir nehir içimde kıvrıla kıvrıla akıyordu. Sonra Erzurum'a düştü yolum. "Hani yaylam hani senin ezelin.Yaz gelende döktü mü ola bağlar gazelin."

Antep'ten Nizip'e doğru akıyor yolum. Dağlar tepeler kıpkırmızı. Fıstık bahçelerinden zeytinliklere her taraf ağaçlarla dolu. Fırat’ın çocukları suyun ilmeğiyle bağlamışlar toprağı birbirine. Güneş bir anne gibi örmüş hafifçe yükselen çiçeklerin saçlarını. Halfeti'de açan siyah güllere selam edip öylece geçerken...

Şimdi Urfa çarşılarında dolaşıyorum. Önümde sayısız yıldızlarla. Biber ve salça satan dükkanların önünden geçerken düşünüyorum. Buranın insanı acı ile gülüyor. Acının en tatlı olduğu yer burası olsa gerek. Aklıma ateşe atılan Hz. İbrahim geliyor. Ateşi gül bahçelerine çeviren Allah'a hamd ediyorum.

Diyarbakır'dayım. Ali Paşa Mahallesi'nde Mimar Sinan’ın yaptığı bir caminin önünde Bingöllü amcalarla çay içiyoruz. Dicle nehrinin nazlı nazlı akışına karışıyor akşam güneşi. Surların etrafında tarihin görgemli izi düşüyor şehrin üstüne. Diyarbakır siyah taşların şehri. Ulu Cami avlusunda binlerce yılın izdüşümleri. Şimdi güneş bu avludaki güneş saatinde yavaşça siliniyor.

Mustafakemalpaşa eski adıyla Kırmasti'deyim. İçimde köpüren bir deniz var. Hastaneye doğru çıkan yokuşun hemen sağında elim bir ateşe değiyor. Kilitli bir kapının önündeyim ve elimde yanlış kilitlerle bekliyorum . Günlerin sepetine atılan yaşanmışlıklar hesap gününü çağırıyor. Kapılar açıldığındaysa bekleyenler çoktan gitmiş olacak.

Sahi siz Okçu tepesinin üstünde sere serpe uzanan kız siluetini hiç gördünüz mü? Dağın ufuk çizgisiyle birleştiği yerde öylece uzanmış bir kız. Saçlarını geriye atmış ve yüzyıllardır orda öylece duruyor. Kim bilir kaç hayal bulutu yağmur olup yağmış üstüne.

Yollar ve yola dair sözler seyirlik dünyanın teraslarında akıp gidiyor. Geriye söylenmemiş sözlerin darası kalıyor. Adana'nın yağmurları gibi yağıyor üstüme hüzün. İpince ve sırılsıklam..

İnsan en çok susarken konuşuyor ve konuşurken susuyor. Kırılmış bir kalbin ayak izlerine karışıyor akşamın seli. Hüzün bir Bursa bıçağı gibi değiyor gecenin kalbine.

Ve sen ince bir depresyona tutulmuş kararsız caddelerde sessizce yürürken sana ait olmayan bir anlamı sana yükleyen bir kalp, güneşin altında eriyip gidiyor. Geçmez denilen saatler çoktan tükenirken kum saati tersine dönüyor. Yitik bir güneşin altında, bulutsuz günlerin ve yağmursuz şafakların terazisinde öylece tartılırken.

Mehmet BAŞ