Ülkeyi kana bulayıp ölümü göstererek sıtmaya razı etmeyi hedefleyen 15 Temmuz darbe ve hatta işgal operasyonundan bu yana geçen yaklaşık bir buçuk aylık süre, gerek birey olarak gerekse de toplum olarak hepimizi, çok ciddi boyutta etkiliyordu.

İşgal anıyla başlayan, dostla düşmanın birbirine karıştığı, dişini geçiremeyen yılanın tıslayarak yıldırıp korkutmaya ve temelde devletin bütün halinde ele geçirilmeye çalışıldığı fütursuz darbe ve kalkışma, kabus denilecek bir durumu bire bir yaşatıyordu.

Güvenilen kurum ve kuruluşlara, sınır tanımadan, akla ve izana dahi getirilemeyecek şekilde yapılan saldırı, doğal olarak psikolojimizi de tarumar ediyordu.

Çaresizlik hissiyle kendi kaderine rıza göstermesi beklenen bir milletin karşı koyuşuyla beraber,  bertaraf edilip tarihe yazılıyordu.

Oluşuna şahit olduğumuz anla beraber başlayan kaygı, devamında korkuyu arkadaş olarak getirirken üzerine eklenen belirsizlik olgusu, beynimizi kuzey kutbundaki buzullar gibi donduruyor, şok oluyorduk. Bu şok yaşanırken akabinde gelen yaralanma ve ölümler, donmuş olan beyinlerimizi çaresizlikle yüzleştiriyor ve öfkenin kızgın sıcaklığıyla, ateşten bir top gibi bedenimizi sarıyor, ruhumuzu kavuruyordu.

Evet, tarihin her safhasında var olmuş bir milletin elleri zincirlenmek isteniyordu.
Evet, gözle görünmeyen hücrelerine kadar sinmiş işbirlikçiler, akli yetilerimizi yok etmeyi arzuluyordu.

Evet Müslüman dünyasının en önemli kalesi ve yılmaz bekçisi olan bir halk, kendini var eden sebeplerin dışına çıkarılarak, görüntüsü hizmet lakin aslı zillet olanların bir dolarlık rütbeleri altına alınmayı hedefleniyordu.

Yani anlayacağınız; zorlayıcı ve başa çıkmanın imkansızlığını beraberinde getirerek, benliğimizi yaşam karşısında biçare bırakan, koca bir travma yaşıyorduk.

Bireysel travma yaşıyorduk…

Sosyal travma yaşıyorduk…

Siyasal travma yaşıyorduk…

Temel ruhsal gereksinimlerimizden olan güvenlik olgumuzu yitiriyor, belirsizlik denen o vahşi ve ısırgan duygunun cenderesinde, sadece yuvarlanmıyor aynı zamanda değirmentaşının altındaki buğday taneleri gibi, un ufak edilmeye çalışılıyorduk.

Lakin yaşamın aritmetiğine, geometrisine, trigonometrisine az be az ucundan uysa dahi, asla ve de asla yamukluğuna uymayan bu milletin ruhsal gelişmişlik düzeyi, vatan coğrafyasına yüklediği manevi anlamı kendi itici motoru olarak kullanıyor ve sosyolojik araştırmalarda çığır açacak tonlarca özveriyi işgalcilerin topuna, tüfeğine, uçağına karşı çıkarak kullanıyordu.

“İrade bende” ve “irade benim” diyordu…

Elbet iradelerini şeytana verenlerin, iradeyi haykıranlar karşısında dikilecek cesareti  kalamıyordu.

Doğru, toplum bir travma geçiriyordu.

Gelin görün ki bu millet; yıkıcı olması gereken vahim bir travmayı geliştirici hale getiriyor, uyumaması gerektiğinin biliciyle nöbete dikiliyordu.

Darbeyle kapatılmak istenen ülkenin bağımsız  manevi kapısı…

Vardır ”Her Şeyi Bilenin” bir hesabı inanmışlığıyla…

Yenikapı da memleketin her kesiminden insanına kapı açıyor…

Bu işgalci darbenin psikolojisi…

Sevgili Ömer Halisdemir’in tetiğini çektiği tabancadan…

Bir mermi gibi, hepimizin sosyal bilinçaltına…

Kardeşlik olarak saplanıyordu…