Günümüz Türkiye’sinde   “Yeni Anayasa” yla ilişkilendirilmeyen hiçbir sorun kalmamış gibidir. Malum kesimlere göre işsizliğin, yoksulluğun, kadına yönelik şiddetin, terörün, işkencenin, kötü yönetimin, darbeciliğin, cari açığın ama aklınıza ne geliyorsa onun çözümü  “yeni anayasa”  yapmaktan geçmektedir. Hatta  “yeni anayasa” ya yeni bir toplum yaratma misyonu yükleyenler bile vardır. Kısacası geniş toplum kesimlerinde  “yeni anayasa”  yapılacak, her şey güllük, gülistanlık olacak türünden bir beklenti ve algı yaratılmıştır.  “Yeni anayasa”  bazılarına göre dokunduğunu değiştiren bir  “sihirli sopa” , bazılarına göre de Alaaddin’in Lambası’dır. 
Hiç kuşkunuz olmasın ki 1808’de yayınlanan  “Sened-i İttifak”  belgesi, 1839’da ilan edilen  “Tanzimat Fermanı” , 1856 yılında yayınlanan Islahat Fermanı ve onun ardından gelen  “Teşkilat-ı Esasiye”  düzenlemelerinin hepsinde de topluma yönelik olarak hâkim elitler, aynı duyguları pompalamışlardır. Birinci, ikinci meşrutiyet, 1921, 1924, 1960, 1982 anayasalarının yapılması sürecinde de söylemler benzerdir. Bugün de dünden gelen özellikle medyanın, sermayenin, STK’ların seçkinlerin, tarihten gelen,  “yapın bir yeni anayasa, gerisini merak etmeyin siz!”  türünden hiçbir bilimsel temeli olmayan bıçkın tavır aynen sürmektedir.  
Halbuki,  “yeni anayasa”  kavramının bizzat kendisi sorunludur. Eski bir millete  “yeni anayasa”  yapmak, cüretkâr bir söylemdir. Tarihin öznesi olabilmiş milletler, sürekliliklerini her şeyden daha çok toplum tarafından kabul gören yazılı olan ve olmayan yasa ya da uygulamalara bağlıdır. Milletler  “devam ederek gelişirler; gelişerek de devam ederler” . Böylece  “kökü mazide olan âti” kavramıyla açıklanabilecek tarihi süreklilik oluşur.
Tarihi bir halka  “yeni anayasa”  yapmaya kalkmak, her şeyden önce onun geçmişini inkâr etmek anlamına gelir. Yeni anayasayı yeni bağımsızlığını kazanmış milletler yapar. Köklü milletlerin köklü hukukları, töreleri, gelenekleri ve yasaları vardır. Bu nedenle de köklü gelenekleri, yapıları ve kurumları olan milletler, yeni anayasa yapmazlar onlar, olsa olsa anayasalarını yenilerler. Milletler için  “değişerek devam ederler, devam ederek de değişirler”  diyenler bunu anlatırlar. Devam ve değişme birbirine bağlıdır. Milleti, millet yapan değişen tarafı değil devam eden yanıdır. Her gelişme ve değişme daha ileri seviyede bilinç ve aidiyet üreterek toplumları birbirine bağlar.
Milletlerin gelecekleri planlanabilir ama geçmişleri planlanamaz ve yönetilemez. Bu nedenle geçmişlerin yargılanmaya değil anlaşılmaya ihtiyaçları vardır. Bir milletin geçmişini yok saymak onu çocuk yerine koymak demektir. Milletleri çocuk yerine koymakla tarihi çocuk yerine koymak aynı şeydir. Her ikisi de doğru değildir.
Bu bakımdan  “sıfırdan anayasa yapmak”  düşüncesi sorunludur. Milletler, ya tarih yazmış ya da tarihe yazılmış gerçekliklerdir. Tâbi oldukları yasalar bakımından bu böyledir. Yaşanılmış olanlar için  “beyaz sayfa”  açmak ya da sıfırdan başlamak mümkün değildir.  “Yeni” bir anayasa yapacağız derken, eskiye ait ne varsa hepsini kapı dışarı edeceğini sananlar, fena halde yanılanlardır. Diğer yandan  “eski”  denilen şey de bugünkü yeninin yarınki adıdır.
“Sıfırdan anayasa yapmak”  söylemi bir milletin anayasal tarihini sıfırdan başlatmak demektir. Bu da milletin tarihini sıfırlamak anlamına gelir. Tarihi yok saymak, esasında bir toplumun hafızasını, deneyimlerini ve birikimlerini de yok saymaktır. Geçmişi yok saymak sağlıklı bir ruh hali değildir. Birikim, deneyim ve yaşanmışları yok saymak yerine onlardan yararlanmak gerekir. Geçmişi yok sayanlar kendi elleriyle geleceklerini yokluğa mahkûm etmiş olurlar.