Her ne olursa olsun yaşardık o coşkuyu…

Kıpır kıpır eder, yerinde duramazdı minik yüreğimiz. Yeni elbise veya yeni ayakkabıya sahip olacağımız için değil…

İşte öylesine…

Bizce sebepsizce…

Ama o sihirli sözcük kulağımıza hoş gelirdi…

“Yarın bayram…”

Aslında Anadolu’da bayram büyüklerde,  derin ıstırapların yeniden depreşmesi olurdu pek çok kez…

Çünkü hemen her ailede yarım kalmışlıklar vardı.

Ya bir ölümün seney-i devriyesi, ya bir acının ilk bayramı ya da kavuşulamayan hayallerin daha diri hatırlanışı…

Kimi evler, haberi gelmeyen bir gurbet delikanlısının hasretiyle okyanusları taşıracak kadar büyük bir damlacık gözyaşına yol verirdi bayram sabahlarında…

Bazı tek odalı kulübecikte, yutkunan bir babanın dağların zirvesindeki karları eritecek kadar yürek yangını “of” çekişi fark edilirdi bayram günü…

Daha çok ersiz kalmış evlerde bir gencecik dul kadının hüzünlü türküsüne şahit olurdu bayramın ilk ışıkları…

Ama…

Çabuk unuttururdu güneşli bayram sabahında, bu hüzün dolu manzaralar...

Bayram namazı için atıldığında minicik çocuk adımları veya dev adımları gibi heybetli büyüklerin ayak sesleri…

İşte o zaman evdeki kadın ve genç kızlar bir telaş ile başlardı koşturmaya…

Bir annenin sesi yankılanırdı evin, çevrili olmayan toprak bahçesinden…

“Şimdi mezardan gelirler, hadi elinizi çabuk tutun,” diye…

Bilirdi herkes, bayram namazından sonra; önce ata/ana yad edilir, topluca mezarlığa gidilip sessiz ve derin ilk bayramlaşma yaşanırdı oralarda…

Ve en çok da ev yoluna düşüldüğünde; kapı önlerinden yükselen o koku huzur soluklatırdı mezardan dönenlere…

Hafifçe sulanmış toprak zeminin, çalı süpürgelerle süpürülmesi sonucu yükselen toprak kokusu…

Demlenen çaylar da etrafa bir başka yayardı tadındaki gizemi…

Yollarda tek tük yeni elbiseli, yeni ayakkabılı çocuklara rastlanır, çaktırmadan bakılırdı onların kıyafetlerine…

“Ama olsun,” denilip teselli bulunurdu ayaktaki ‘kilikli naylon ayakkabıya bakılarak…’ “Benim de kilikli ayakkabın oldu.” diyerek.

Evlere girildiğinde kısa süreli bir huzur soluklanır; İçten içe kabaran bir bayram sevinci abartısızca yaşanırdı.

Belki en güzeli, kahvaltının ardından toprak yolları dolduran çocuk sesleriydi…

Mahallede başlayan bayramlaşmaların hiç biri laf olsun, diye yapılmazdı. Herkes  herkesle bayramlaşırdı.

Çocuklar açısından her evde, bayramlaşma için beklenen bir iki isim olurdu... O isim nasıl olmuşsa bir şekilde şehere yerleşmişti. Çünkü o geldiğinde verilecek olan elli kuruş ‘Basamaklı Osman’ın’ bakkalına kadar delice koşup alınan elvanın paylaşa paylaşa içilmesi demekti.

Hüznüyle, saflığıyla, derinliğiyle, sokaklarıyla bayramdı o bayramlar…

Şimdi…

Şimdi, başka bir dünya yaşanıyor.

Yarım asra yaklaşan ve dahi yarım asrı aşacak kadar bir ömrü soluklayanların hüzün solukladığı bayramlar yaşanıyor…

Yeni çağın, yeni yaklaşımları…

Mekanik tıkırtılara mahkum duygularla duygusuzlaşan bayramlar…

“Desinler,” mantığı ile dijital basma kalıp mesajlar…

Geri mi dönelim?

Yok efendim!

Mana, maddeye kurban verilmesin.

“Yeni normal,” diye tanımlanan yeni dünya, “yeni sorumluluklar” için hazırlanırken insanlığımızı da devam ettirmenin gereği göz ardı edilmesin.

Aklımız ile duygumuz orta bir noktada buluşabilsin…

Sımsıcak umutlar besleyebilelim…

Umut dolu sade, saf, temiz, pak ve elbette aklına mukim bir neslin derdine düşülsün…

Yazılsın efendim…

Bizi biz yapan değerler kocaman kocaman yazılıp yüreklerde yeşertilsin/yaşatılsın…

Velhasıl…

Bayramlar bayram olsun!