Akif İnan El Gazeli şiirinin bir beytinde;

“Bitirip şu kara kuru ekmeği

Göç etsem diyorum yar ellerine.” Diyor ya. İnsan dünyadaki nasibini alıp gidecek elbet. Rızkını tamamlayan her canlı emanetini günü gelince sahibine teslim edecek. Dünya zaten bir ağaç gölgeliği gibi bir yer. Birazcık dinlenen göç davulları çalar çalmaz pılısını pırtısını bile toplamadan bu dünyadan göçüp gidiyor. Karacaoğlan’ın dediği gibi;

“Üryan geldim gene üryan giderim

Ölmemeğe elde fermanım mı var

Azrail gelmiş de can talep eder

Benim can vermeğe dermanım mı var”

Yaşamak topraktan saraylarda misafir edilen ruhun günü gelince emaneti sahibine teslim edip gitmesinden başka nedir ki. Şehirlerimizin etrafını saran kabristanlar; bütün telaşların bütün beklentilerin ve bütün hikâyelerin bittiği yer olsa gerek. Günler tüm can sıkıcılığı ile geçmek bilmezken diğer taraftan bir rüzgâr gibi gelip geçmeye devam ediyor. İnsan kendi alınyazısının peşinde bir ömür boyu bir sağa bir sola koşup dururken geriye sadece kırılmış bir mezar taşından başka bir şey kalmıyor.

Necip Fazıl’ın

“O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrail'e 'hoş geldin! ' diyebilmekte hüner...” mısraları asıl hünerin ne olduğunu bize gösteriyor. O dem geldiğinde kim olduğunun hangi makam ve mevkide olduğunun önemi kalmıyor. Ölüm bütün eşitsizlikleri bir anda eşitliyor.

İnsan büyük bir unutuluşun koynunda uyumadan önce suyun üstünde parlayıp sönen bir ışık gibi bir an görünüp bir anda kayboluyor. Zaman denilen uçsuz bucaksız deryada bir su damlası kadar bile yer kaplamayan hayat insanın gözüne bitimsiz gibi görünüyor. Fakat bir rüyanın içinde başka bir rüyaya uyanıp durmaktan insan kendi varlığını tabir etmeye bir türlü zaman bulamıyor. Boş işlerin boş hayallerin ve kirli heveslerin peşinde tertemiz olan ömür defterini kirleterek mahşerin meydanına doğru gece gündüz at sürüyor.

Evet; hayretini yitirmiş zamanlarda yaşıyoruz. Yine, Necip Fazıl’ın;

“Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette;

Alim ki, hayreti yok, boşa gayrette” şiiri bu hayretini yitirmiş günleri ne güzel anlatıyor. İnsanların birçoğu her tarafından mucizeler fışkıran hayat pınarından kana kana içmek yerine kısır bir döngünün koynunda dolaşıp duruyor.

Yaşamak dinmeyen bir ağrı gibi sarmış içimizi. Nereye gidersek gidelim ne yaparsak yapalım bu ağrı içimizden gitmek bilmiyor. Kemal Sayar’ın şu mısraları bu ağrımızın şahidi olsa gerek.

“ Benim kalbim bir ıslahevidir doktor.

Yetim bir çocuk durmadan azarlanır içinde”

Yolumuzu kesen boyun büküşler masum çağlardan geriye kalan soluk fotoğraflar ve bir yaralı gülüşler panayırını dönüşen hikâyelerin koynunda yaşayıp gidiyoruz işte. İçimizde uzak iklimlerin yangınları büyüyor. Bir çınar ağacının gölgesinde ikindiyi bekler gibi bekliyoruz filmin sonunu. Suskunluğumuzun şerhi kim bilir hangi çığlığın koynuna düşüyor. Şehriyar’ın şu mısraları ruhumuzun fırtınalı denizlerinden sözün limanına bir gemi gibi yanaşıyor.

“Heyder Baba, yolum senden keç oldu,

Ömrüm keçdi, gelenmedim geç oldu,

Heç bilmedim gözellerin neç oldu,

Bilmezidim döngeler var, dönüm var,

İtginlik var, ayrılık var, ölüm var.”

Son tahlilde; Muhsin Başkan’ın dediği gibi “Bir saniyesine bile hükmedemediğimiz bir dünya için; bu kadar fırıldak olmaya gerek yok!” diyor, “yar ellerinin” özlemiyle yaşamaya devam ediyoruz.