Üstad Sezai Karakoç, 1988 – 1992 yılları arasında çıkan haftalık Diriliş dergisinde hatıralarının bir kısmını yayınladı. Hatıralarında, Bediüzzaman ile ilgili şu bilgiler ve değerlendirmeler yer aldı:

“…Bu sıralarda idi ki, Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelip yine Denizciler caddesinde Beyrut Palas’a indiği haberini aldık. İhsanla birlikte ziyaretine gittik; ancak daha otele varmadan Osman Yüksel’le karşılaştık. Niyetimizi söyleyince, “boşuna gitmeyin” dedi. “Ben ordan geliyorum, polis her tarafı sarmış, içeri girmeniz mümkün değil, ben döğüşe vuruşa içeri girip görüştüm. Ama sizi sokmazlar.” Bunun üzerine ziyaretten vazgeçtik. Bediüzzaman’la görüşmemiz mümkün olmadı. Bir iki gün içinde de, Ankara’dan tekrar Isparta’ya dönmüş olduğunu öğrendik.

            Biz Denizciler Caddesinde Yeğenbey Vergi Dairesinde görev yapıp arkadaşlarımızla gün geçirirken, olaylar daha da ateşlenme işaretleri vermeye başladı. Bediüzzaman’ın Isparta’dan hareketle doğuya doğru gittiğini yazdı gazeteler. İnönü, Hükümeti, Bediüzzaman’ı doğuya göndermekle itham etti. Bunun üzerine, Hükümet, radyodan kararnamesini tebliğ edip Bediüzzaman’nın Isparta’da oturması, başka yere gitmemesini sağlamalarını idarecilerden istedi. O zaman çıkan bir söylentiye göre, Bediüzzaman: “Menderes bizi İsmet Paşaya rüşvet verdi” demiş. Bediüzzaman’ın, bir nevi, Hükümet kararıyla Isparta’da ikamete memur edilmesi, tabii ki gayri kanuni ve gayri hukuki idi. Hatta, Yaşar Kemal’in Cumhuriyette bu konuda bir yazısı çıktı. Yaşar Kemal: “Ben Bediüzzaman Said-i Nursiyle şüphesiz ayni düşüncede değilim. Ama, her yurttaş gibi Said-i Nursi’ninde seyahat hürriyeti vardır. Bu hürriyetin elinden alınmasına kimsenin hakkı yoktur. Bu hürriyeti Hükümet kısıtlayamaz, ben buna karşıyım” diyerek gerçekten o zaman için çok kişinin cesaret edemeyeceği bir hakşinaslık örneği gösterdi.

            Bediüzzaman, bu hükümet emrini dinlemedi. İnönü’nün her gün Hükümeti, bu sebeple eleştirmesine rağmen, şehirden şehire gitmeğe devam etti. Ben, bu sıralarda, bir gün, Osman Yüksel’in Kitabevinde konuşurken, biraz da şaka olarak: “İsmet Paşa aslen Bitlislidir, Bediüzzaman da Bitlisli olduğuna göre hemşeridirler. Fizikçe de bir benzerlik var. Paşanın bu bitmez tükenmez kini nereden kaynaklanıyor acaba?” demiştim. Bediüzzaman da, İsmet Paşa da yaşlıydılar ve dediğim gibi fizik bir benzerlikleri vardı. Bir gün sonra, Serdengeçti Dergisi çıktı; bir de baktık ki kapağında Bediüzzaman ve İnönü’nün resmi var. Resmin altında da Osman Yüksel, benim dediğime benzer sözler yazmış. Sonradan duyduğumuza göre, İnönü’ye bu dergiyi göstermişler, iyice kızmış.

            Ramazanda iyice bir manevi hayat yaşıyorduk biz Denizciler Caddesinde. Otelim orda, lokantamız orda, dairemiz ordaydı. İftarı Boğaziçi lokantasında yine hep iftara gelmiş kişilerle yapıyor, sonra daireye geliyor, bir altımızdaki handa çok güzel çay yapan bir kahve ocağından gelen çayımızı içiyorduk. Sonra teravih namazımızı biraz aşağıda olan Leblebici Camiinde kılıyor, tekrar daireye dönüyor, geç vakitlere kadar çalıştıktan sonra yatmaya gidiyorduk.

            Siyasi hava gittikçe vehamet kazanıyordu. Bediüzzaman şehirden şehire geçerken polisin arkadan onu kovaladığını yazıyordu gazeteler. Yine gazeteler, olumsuz bir etki doğurmak için, “Said-i Nursi falan şehre girdi, kırmızı, kan renginde çamur yağdı. Falan yerden geçti, gökten kurbağa yağdı” gibi her gün manşetten haberler yayılıyorlardı. Sonunda Bediüzzaman Urfa’ya varıyor. Ramazanın son günleri. Bütün gazeteciler orda.  Bediüzzaman yakını birkaç talebesiyle birlikte bir otelde, polisler geliyor, Urfa’dan çıkmasını istiyorlar. Oysa, Bediüzzaman ağır hastadır. Zaten 87 yaşında, zayıf nahif bir halde. Polisler bir taraftan çekiyorlar, talebeleri bir taraftan. Bu sırada doktor geliyor, muayene ediyor. Sonra: “boşuna çekişip duruyorsunuz, vefat etmiş” diyor. Bediüzzaman’ın vefat ettiği haberi duyulunca bütün gazeteciler Urfa’ya hücum ediyor. O zamana kadar Bediüzzaman’ı Isparta’dan itibaren takip ettiren ve oradan çıkıp Isparta’ya dönmesini istemiş olan Hükümet, bu kez tutumunu değiştirdi. Urfa’ya bir akın başladı. Arkadaşlarımız da bir taksi tutup gittiler. Ben memuriyet sebebiyle ve Diriliş de çıkmaya başlamış olduğu için gidemedim. Gazeteciler: “Urfa bambaşka bir şehir. Burda, kıyafet kanunu geçerli değil. Sigaranızı yakıyorsunuz. Ramazan olduğu için bütün gözler üzerinize dikiliyor. Mecburen sigarayı avucunuzun içinde saklamak ihtiyacını duyuyorsunuz. Bu sefer gözler elinize dikiliyor. Sigarayı yere atıp ayağınızla basmaktan başka çare bulamıyorsunuz.” Diye yazdılar. Bediüzzaman’ın cenaze namazı 15-20 gün devam ediyor Urfa’da. Çünkü: her yeni gelen kafile namaza duruyor. Sağlığında onu Urfa’dan çıkarmak isteyen vali de her halde hükümetin emriyle cenaze namazına katılıyor.

            Bediüzzaman vefat edince nereye gömüleceği problem oluyor. O sırada bir zatın vasiyeti ortaya çıkıyor. O zata Halilürrahman’da iki mezar yaptırması için rüyasında işaret oluyor. Biri kendisi için. “Öbürü vakti gelince gelecek” deniyor. Bediüzzaman’ın nereye defnedileceği konuşulurken bu söz hatırlanıyor ve o hazır boş mezara defnediliyor.

            Bediüzzaman’ın vefatıyla, muhalefetin hükümeti ithamının boşluğu da ortaya çıkıyor. Bediüzzaman’ın propaganda için değil, bir nevi veda için doğuya doğru yola çıktığı anlaşılıyor. Zaten, o kadar yaşlı, zayıf ve hasta bir kişinin propaganda gezisi yaptığını iddia etmek akıl karı bir şey değil.

            Bediüzzaman, ramazanın 27’sinde, yani kadir gecesinde vefat etti. Diriliş de, o sırada matbaada idi. Ancak, çok kısa bir haberle Bediüzzaman’ın vefatını bildirip teessürümüzü belirtebildik.

            Bediüzzaman’ın vefatından birkaç ay sonra ihtilal oldu. Basının tesirinde kalan cuntacıların ilk işlerinden biri de, sürekli ziyaret edilen Bediüzzaman’ın cenazesini, bir gece vakti Urfa’da sokağa çıkma yasağı ilan ederek, bir generalin nezaretinde, bir askeri uçakla bilinmeyen bir yere nakletmek oldu. Bu nakilde kardeşini de yanlarına almışlar ve ondan guya rızası varmış gibi kâğıt imzalatmışlar. Cenazeyi götürüp denize attıkları rivayeti çıktıysa da, bu haber, sonradan pek doğrulanmadı. Kardeşi, gece karanlığında bir yere götürülüp gömüldüğünü, fakat oranın neresi olduğunu bilemediğini söylemiş. Isparta’da bir mezarlıktır diyenler oldu. Çünkü: gazeteler, Bediüzzaman’ın Isparta’dan doğuya doğru gitmesini, Isparta’ya kızgınlığına yorumluyorlardı. Güya: “burda ölmek istemiyorum, beni buraya gömmeyin” demiş. Tabii ki, yalan. Fakat buna inanan cuntacılar, inat olsun diye, bilhassa, götürüp Isparta’ya gömmüş olabilirler. Tabii ki, bu da bir rivayet. Mamafih, Risale-i Nur talebeleri her zamanki iyimser yorum ve tutumlarıyla, bunun zaten böyle olması gerektiğini, üstadın, bir şiirinde mezarının belli olmayacağına işaret ettiğini ifade edip müteselli olurlar. Hatta bir yazısında da mezarının öyle, uğranılan, meşhur bir yerde olmamasını temenni ettiğine dair bir metin de mevcut.

            Bediüzzaman, kabına sığmayan bir zekâ, eşsiz bir hafıza, güçlü bir irade sahibi, çocukluk ve gençliğinde öğrenme merakıyla medreseleri dolaşmış, kendisine hocaların güç yetiremediği bir alim, cesur, ömrünü İslam için vermiş, feda etmiş bir mücahittir. Tüm İslami eserlerin ortadan kaldırıldığı bir devirde, bir nevi Kur’an tefsiri olarak Risale-i Nur külliyatını son derece ağır şartlar altında telif etmiş ve bunu sürgün olduğu kasaba ve şehirlerde çevresine gizli gizli yaymaya çalışmış, ümitsizlere ümit vermiş, bu sebeple hapislere düşmüş, mahkemelerde sürünmüş bir inanç ve ideal kahramanıdır. İçinde bulunduğu şartlar sebebiyle ve ortada Risale-i Nurdan başka bir eserin bulunmaması yüzünden ve herhalde teşvik maksadıyla, eserinde, bizzat Risale-i Nur ve şahsı için kullandığı bazı ifade ve yorumlar, sonradan, farklı tefsirle, kabul edilemeyecek bir şekle büründürülmüştür. Aşırı sevgi, mübalağa doğurmuş, bu da bugün diğer bir çok cemaat ve gruplar gibi bir nurcular grubu doğmasına neden olmuştur. Oysa, Bediüzzaman, bir mahkemedeki ifadesinde: “bize nurcu adını gazeteciler taktı. Ve bunda ısrar ettiler. Madem öyle, bundan vazgeçmiyorlar, biz de, nur kötü bir şey değil diyerek kabul ettik” demiştir. Bediüzzaman’ın siyasetten kaçınmaya dair sözleri, zamanı için geçerlidir. Yoksa kendisi hayatının ilk devresinde siyasete karıştığı gibi, son devresinde de Demokrat Partiyi bir parça tuttuğu bilinmektedir. Bunu muhalefet mübalağayla kullandı. Güya, Menderes, Isparta’ya girdiğinde, Bediüzzaman’ın penceresi önünden geçerken, Bediüzzaman onu küçük yeşil bir bayrakla selamlamış. Bu tür rivayetler çıkardılar. Bediüzzaman, D.P yöneticilerini İslam için teşvik etmiştir. 1958’de bir mektubu Risale-i Nur talebeleri arasında dolaşmıştı. Bu mektupta, Menderes ve Tevfik ileri İslam kahramanları olarak vasıflandırılıyordu. Muhalefetin hücumuna karşı, üç şey yerine getirilirse iktidarlarının süreceğini, yoksa yıkılacağını söylüyordu o mektupta Bediüzzaman: “Bu üç şeyden birincisini yaptınız. Ezanı aslıyla okuttunuz. Eğer Ayasofya’yı cami olarak açar ve Risale-i Nur’u radyodan okutursanız bir badireden kendinizi korumuş olursunuz” diyordu özetle. Mektubu ben de okudum. Otantik olup olmadığını bilmiyorum. Ama, üslup tamamen Bediüzzaman’ın üslubu idi. Taklit olduğunu sanmıyorum.

            Demek istiyorum ki, Bediüzzaman, aslında, siyasetten uzak durmamıştır. Tabii ki, siyaset için siyaset kötüdür. Çıkar için, mevki ve şöhret için siyaset, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Euzu billahimineşşeytanirracim ve minessiyase” denilecek kadar lanetli bir şeydir. Dini siyasete alet etmek, bizzat din tarafından telin edilen bir büyük kötülüktür. Siyaset, ancak ideal için, millet için, hakikat için yapılırsa meşru olur. Bediüzzaman’ın bu konuda yazdıklarını ve tavırlarını bu şekilde yorumlamak gerekir. Zaten Peygamber Efendimizin devrinden günümüze kadar gelen bütün imamlar, alimler, devlet yönetimine bigâne kalmamışlardır. Toplumla ilgilenmişlerdir. Bu anlamda siyaset, her müslümana düşen büyük bir görevdir. Ancak çağımızda ve geçmiş zamanlarda görülen mevki uğruna ihtirasla siyasete sarılıp her türlü yalan ve iftirayı rahatlıkla rakipleri ya da hasım ve muhalifleri için kullanmaktan hazer etmeyen, Allah’tan korkmadan ve kuldan utanmadan siyasi çıkarı uğruna her türlü yalan ve hileye başvuran siyasetçilerden ve siyasetten Allah Müslümanları korusun. Bediüzzaman’ın tutumu da bu yönde kabul edilmelidir. Yoksa, denildiği gibi yorumlansa, tüm İslam tarihi boyunca bu konuda teessüs etmiş anlayışa ters düşer. Nitekim, Bediüzzaman, bir mahkemede, dini siyasete alet ettiği iddiasına karşı: “Allah bizi dini siyasete alet etmekten korusun. Ben dini siyasete alet etmem. Eğer imkanım olsa, siyaseti dine alet ederim” demiştir. Bu sebeple günümüzde nurcu geçinip de boğazlarına kadar siyasete batan, sonra da başkalarına Bediüzzaman’ın siyasete karşı olduğunu söyleyenler kendi hesaplarına büyük bir çelişki içindedirler. Hatta bunlardan bir grup, belli bir siyasi partiyi tutmayı nurculuk gereği saymaktadır ki, asıl kabul edilemeyecek olan da budur. Elbet, insanın oy açısından bir tercihi olması, memleketin yararı açısından bir kararda ve seçimde bulunması normaldir. Ama bunu bir din inancı gibi görmek, ve o partiden başkasının tercih edilemeyeceğini dini bir zorunluluk gibi düşünmek büyük bir yanlışlıktır. Hatta kimileri Bediüzzaman’a atfen günümüz politikacılarından biri hakkında bir söz yaymışlardır ki, kanatimizce bu Bediüzzaman’a bir iftiradır. Bu, Bediüzzaman2ı istismar, itibarını bile bile siyasete alet etmektir. Çünkü hiçbir İslam alimi istikbal için  böyle şahıs ve isim belirterek bir söz söylememiştir. Kuran-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde de ancak gelecek için yorumlanabilecek işaretler olabilir. Yoksa falan köyden bir başbakan çıkacak denmez. Bu islama aykırı bir sözdür. Besbelli ki, uydurmadır.

            Bediüzzaman’ı sözde büyütmek için nerdeyse tüm İslam büyüklerini silip onu onların üzerine çıkarmak, giderek onu adeta islamdan koparıp yeni bir yol icat etmiş biri gibi sunmak, hem islama, hem Bediüzzaman’a büyük bir haksızlıktır. Devri icabı, “İslam” diyemediği için “nur” demiştir. Nur, islamdır. Bediüzzaman sağken, Risale-i Nur vasıtasıyla islama dönenlere “talebe” deniyordu. Bunlar, birkaç bin kişiydi. Yer yer Risale-i Nur’da daha fazla bir sayıya rastlanırsa, bunun sebebi Müslümanları manen kendi talebesi saymasıdır Bediüzzaman’ın. Bu da yanlış bir zehap değildir. Risale-i Nur’u okuyanalar, tevhid inançlarını güçlendirecek bir fayda görmüşlerdir. İslamın birçok konusunu güçlü kanıtlarla insana kabul ettirecek bir eserdir Risale-i Nur. Öteki dünya, namaz ve oruç konusunda ve daha birçok konuda birçok İslami bilgi ve düşünceyi havi bir külliyattır. Bediüzzaman, şahsıyla da müslümanlara büyük bir örnektir. Riyazetli ve çileli hayatı, hapisleri ve hatta ölümü hiçe sayan irade, cesaret ve idealizmiyle büyük bir mücahit, lider ve kendine özgü düşünceleri olan bir alim ve düşünürdür. Tabii ki, fikirlerini bir nas gibi kabul etmek, onlara yanılmazlık atfetmek yanlış olur. Düşüncelerini zaman içinde değerlendirmek gerekir. Kendisi ve Risale-i Nur hakkındaki ifadelerini, zamanının dehşetli baskısı düşünülürse, talebelerine moral vermek için zarureten başvurulmuş bir üslup meselesi gibi görüp hoşgörüyle karşılamak, ama bugün için tıpatıp geçerli kabul edilemeyeceğini bilmek gerekir.”
 (Sezai Karakoç, Hatıralar, Diriliş dergisi, 23 Şubat 1990, Sayı:84)