“Kırat gemini almışta yol mu dayanır” türküsü ile bir türkü ziyafetini başlatıyorum. Ardından “ağ gelinde indi mi ola yayladan” türküsü ile yola devam ediyorum. 

Çekiç Ali “sarı yazma yakışmaz mı güzele “derken Halit Araboğlu “aman geze geze yüreğime dert oldu” diyor. Türküler sağnağının altında dolaşırken aklıma yüzlerce yıl doğudan batıya batıdan doğuya doğru uzanan o bitip tükenmez yollar geliyor. Bu yollar Türk atlarının nal izleriyle dolu.  Obalardan obalara yurtlardan yurtlara doğru develerin çıngırak sesleri arasında göçüp durmuş atalarımız. Bu göçler ile çağlar açmışlar dünyaya nizam vermişler. Bu göçler ile tarihi her defa yeniden yazmışlar. Bu göçebelik o kadar sirayet etmiş ki içimize bir yerde uzun süre kaldık mı hemen gözümüz yollara düşüyor.

Çoğumuzun bilinçaltında yörüklüğün binlerce yıllık nakışları hala duruyor. Toros eteklerinde ki çoğu köyde yüzlerce yıl öncesine ait bir tarihi eser bulamayız fakat ondan daha eski bir türküyü bulabiliriz. Yerleşik hayata dair uzun soluklu bir kültürel birikim ise henüz tam anlamı ile oluşmadı. Binlerce sayfayla anlatılabilecek bir destanı bir kilimin bir motifine sığdırmış atalarımız. Türk tarihi yazılı metinlerden ziyade sözlü bir kültürle aktarılmış diyebiliriz. Bir türkü bir ağıt bir destan bizi geçmişimize ve tarihimize bağlayan köprüler olmuştur. Konuştuğumuz dil bile göçebe kültürünün ve yaşam biçiminin getirdiği kelimelerle kurulmuştur. Türkçede ki fiillerin hep kısa kelimelerden olması bunu örnek olarak verilebilir. “gel, git, kes, vur, at, tut vb.” gibi.

Türk milleti kadar millet olma vasıflarını koruyarak dünyanın her tarafına dağılmış başka bir kavim bulmak mümkün değil. Bunun sebebi ekonomik faaliyetlerin göçebe olmayı dayatmasında aranabilir. Sürüler için devamlı meralar ve sulak yerler aramak ve o yayla senin o kışlak benim durmadan ilerlemek ve bitip tükenmez mücadelelere girmek milletimizin bir alın yazısı olsa gerek.

Türk milleti ilk olarak Uygurlar döneminde yerleşik hayata geçmiştir. Fakat bu dönemde din değiştirerek milli hasletlerinin çoğunu yitirmiştir. Karahanlı devletinin kurucusu Bilge Kül Kadir Han şehir kuran ilk Türk hükümdarıdır. Türklerin esas olarak yerleşik hayata geçtiği dönem ise İslam’la tanıştığı dönemdir. Bunda İslam’ın şehir ve medeniyet algısının önemli bir rolü olsa gerek.  İslam dini Budizm ve Manihaizm’den farklı olarak Türkleri milli hasletlerinden soğutmak yerine daha da güçlendirmiştir.

Yerleşik hayata geçildiği dönemlerden itibaren Selçuklu ve Osmanlı’yı da kapsayacak şekilde hareket halinde ki Türk boyları yerleşik otorite ile ilişkilerinde sorunlar yaşamaya başlamıştır. Büyük Selçuklu devleti büyük ölçüde oğuz isyanları ile Anadolu Selçuklu devleti Baba İshak isyanı ile zayıflamıştır. Osmanlı ise uzun yıllar Avşarların ve diğer aşiretlerin iskânı ile uğraşmıştır. Günümüzde ise göçerlik artık korunma altına alınacak kadar azalmış ve festivallerle anılan müzelik bir değer haline gelmiştir.

İçimizde ki bitip tükenmeyen dağ özlemi türkülerimizin içine girmiştir. “Yüce dağ başında “diye başlayan türkülerimizi saymaya kalksak bitiremeyiz.  Ayrıca sadece dağlar mı koyunlar keçiler yaylalar da türkülerimizin birer parçasıdır. Bilinçaltımızda hala yayladan yaylaya göçülen günlerin canlı tabloları yaşamaktadır.


 Bir dağ başında kıl çadırları kurup koyunların keçilerin arasında özgürlüğü damarlarında hisseden yörükler günümüzde gecekonduların ortasında yaşam mücadelesi vermektedirler. O dağları sığmayan Türkmenler betonlar arasında sıkışıp kalmışlardır. Kimi apartman kapılarında kapıcı kimi ise bir atölyede son ütücü olarak hayatını idame ettirmektedir.

Son tahlilde Türk milletinin binlerce yıllık tarihini bir barakta bir bozlakta bir varsağıda dinlemek ve destanlar burcunda koşan atları şaha kaldırmak ve bozulmamış bir töre ile titreyip kendimize gelmek ne güzel olsa gerektir.