Türk tarihinde kara günler vardır. Meselâ Süleyman Nazif, Fransız genereli Desperey’in, beyaz atına binerek bir Fatih edasıyla İstanbul’a girmesi ve azınlıklar tarafından haçlarla, işgal ülkelerinin bayraklarıyla, alkışlarla karşılanması karşısında Hadisat gazetesinde 
9 Şubat 1919 günü yayınlanan makalesinde o “kara gün”ü şöyle anlatmıştır:
“Biz ‘Buna müstehak değildik’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felâkete düşmezdik.” 
Süleyman Nazif, bu yazısından hemen sonra İngilizler tarafından tutuklanır ve Malta adasına sürgün edilir. 
24. dönem parlamentosunun açılış günü yani 1 Ekim 2011 de böyle bir gündür! Acı olan şudur ki millet çoğunluğu, başına gelenlerden, geleceklerden habersiz, çoğu yabancıların elinde olan bankaların verdiği kredi kartlarına bağımlı olarak hayatını sürdürmeye çalışmakta, hatta “dindar Cumhurbaşkanı”nın konuşmasını alkışlamaktadır. 
Milletin sözde temsilcilerinden de çıt çıkmamıştır! 
Abdullah Gül, yeni bir Anayasa yapılacağını, bu Anayasa’da hiçbir ideolojinin bulunmayacağını, her etnik kökenin bu ülkede ‘kendisi olarak’ yaşama hakkının, ‘anayasal güvence’ altına alınacağını söyledi. 
Oysa mevcut Anayasa ve Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, “Hiçbir faaliyet, Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremez” ilkesine dayanmaktadır. 
İşte Yeni Anayasa ile bu ilkeyi yıkmak hedeflenmiştir. Bu ilkenin yıkılması, Türk milletinin egemenlik hakkının ortadan kaldırılması demektir. 
Zaten son olarak PKK-MİT görüşmelerini organize eden  ABD’li David L. Phillips “Türklüğün vatandaşlık için bir şart olmasını elimine edecek şekilde Anayasa’da bir reform yapılabilir” demişti. ABD’de Wall Street Journal gazetesi, Boğaziçi Üniversitesi’nden bir tarihçiyi dayanak göstererek, Türk kimliğine karşı savaş başlatmış, Türkiye’deki Türklük oranının yüzde 10 olduğunu iddia etmiş, “Türk Basını”ndan birkaç kişi de aynı iddiaları tekrarlamıştı. 
Avrupa Birliği de Hollandalı tarihçi Erik Zürcher’e Türkiye’nin çok uluslu bir devlet haline gelmesi ve Türk dili ve kültürüne bağlı devlet yapısına son verilmesi için bir kitap yazdırmıştı. 
Yine AB temsilcisi Karen Fogg, gizli yazışmalarında, işbirlikçilere “Öncelikle Türk tarihinin hakkından gelmek lazım” demişti. Bu amaçla, TÜSİAD, liseler için yeni tarih, coğrafya ve felsefe kitapları yazdırmıştı..

***

Türkiye bu noktaya, ABD ve Avrupa ülkelerinin kullandığı PKK terörünün oluşturduğu kamuoyu ile getirildi. Millet yılgınlığa sürüklendi ve cemaat yapılanması ile zihni de çelindiği için olan biteni göremedi.  
2009 yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Tayyip Erdoğan, önce “Kürt Açılımı”, sonra “Demokratik Açılım” ve daha sonra da “Milli Birlik Projesi” dediği bir süreci başlattı. Bu açılım, Alevi açılımı, Ermenistan açılımı, Kıbrıs açılımı ve Orta Doğu’ya yönelik “Mezopotamya açılımı” ile eş zamanlı olarak sürdürüldü. 
Sürece karşı çıkanları ise “analar gözyaşı dökmeye devam mı etsin?” diye suçladı.  

MİT-PKK GÖRÜŞMESİNİ ABD ORGANİZE ETTİ!
Fakat  açılım sürecinde ve 2009 yılında PKK ile MİT’in gizli görüşmeler yaptığı 2011 yılında ortaya çıktı. 
PKK ile yapılan görüşmeleri ise MİT organize etmiyor, doğrudan “koordinatör ülke temsilcisi”nin talebiyle Türkiye ve PKK masaya oturuyordu. 
Koordinatör ülke temsilcisi toplantıda şöyle diyordu: 
“Bu toplantı, iki tarafın değil, bizim sorumluluğumuz altında girişilen bir inisiyatiftir. Abdullah Öcalan tarafından üretilen kendi fikirleri parlamentoda yasa çıkaracakları zaman dikkate alınacaktır. Kendisinin parlamento için ürettiği öneriler dikkate alınacaktır.
Biz iki şeyden bahsediyoruz. Bir kamuoyuna yapılan açıklamalar. Bir de perde arkasındaki gidişat. Bunu kendilerine söyledik. Hem MİT hem devlet için oldukça riskli. Hali hazırda PKK ile müzakereye oturmuş olmaları bugün kamuoyuna yansırsa CHP ve MHP ne der acaba? Devlet temsilcisi olarak MİT’in elemanlarının burada hem Diaspora temsilcileri hem de Dağ Kadrosu ile Oslo’da müzakereye oturmuş oldukları duyulsa ne olurdu? CHP ve MHP ne derdi? Aynı şekilde ne kadar kötü olurdu kendileri için.” 
Abdullah Öcalan’ın istekleri Anayasa’nın demokratik özerklik ve eşit ortaklık temelinde oluşturulmasıdır. 
Koordinatör ülke ise ABD’dir. Koordinatör, David Philips’tir.  Abdullah Gül 2009’un Mart ayında  “İyi şeyler olacak” dediği zaman Nisan ayında Oslo’da PKK ile MİT arasında gizli bir toplantı yapılacağını biliyordu! 
 “İyi şeyler”, David Philips tarafından organize edilen, MİT-PKK görüşmesiydi!
Fakat bu görüşmenin ses kayıtları ortaya çıktığı zaman görüldü ki CHP ve MHP, hükümetin PKK ile müzakereye oturmasına ciddi bir tepki göstermedi. Hatta, PKK’nın talebi olan “Yeni bir Anayasa”  için AKP ile uzlaşma komisyonu oluşturmaya karar verdiler! 
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, TÜSİAD yöneticilerini kabulü sırasında yeni bir Anayasa için kim ne katkı verecekse tam zamanı olduğunu belirterek,  “Çözümü, ne dağda arayacağız ne başka bir yerde” diyordu

OSMANLI HİNTERLANDI VEYA ORTA DOĞU BİRLEŞİK DEVLETLERİ!
Arapları Osmanlı’ya isyan ettiren Lawrence, “Bir Kürt devleti kurabilseydim, Türkler’i tarihten silecektim, başaramadım” demişti. 2000’li yıllarda durum değişmiş değildi. GAP projesi ile birlikte PKK terörü de başlamış, ABD, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya PKK’ya destek vermişti.
Mimarlığını Bernard Lewis’in yaptığı  “İstanbul başkentli Ortadoğu Birleşik Devletleri Federasyonu” fikri ise Özal tarafından belli belirsiz bir şekilde ortaya atılmışsa da, ilk olarak Talabani tarafından seslendirilmişti.
Talabani, 1996 yılında,  “Hayalim İstanbul’un başkent olduğu Ortadoğu Birleşik Devletleri’dir”  diyordu.
Türkiye, Irak, İran’ın yarısı, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Yemen ve Mısır’ın tek bir federasyonda birleştirilmesi açıkça ortaya konulmuş; Ortadoğu Güvenlik ve İşbirliği Konferansı hazırlanmıştı. Özal’ın ölümü bütün bu planları altüst etmişti.
Tabii böyle bir federasyon kurulacak olsa, bunun bir Türk devleti değil, Büyük İsrail devleti olacağı da net bir fotoğraf gibi görünmekteydi.
Büyük İsrail projesi, sonraki yıllarda Türk kamuoyuna,  “Osmanlı hinterlandı” diye yutturulmak istenecekti. 
ABD’nin Ankara Büyükelçisi Pearson da Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu dahil Bağdat’a kadar uzanan toprakların tek bir ekonomik bölge olması gerektiğini söylemişti. Barzani’nin İnternet sitesinde de  “Bu coğrafya, siyasi olarak da tek bir bölge olacak, Türk askeri işgal ettiği Kuzey Kürdistan’dan çekilecektir”  denilmişti.
“Nil’den Fırat’a kadar Büyük İsrail”  projesinin hayata geçirilmesi için, öncelikle bu coğrafyada, egemenliğin Türklerin elinden çıkması gerekmektedir.
Yahudi ağırlıklı ABD yönetiminin emriyle, Türk subaylarının kafasına çuval geçirilmesinin ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin çökertilmek istenmesinin sebebi budur!
Nitekim, İstanbul küresel finansın merkezi oluyor, Rockefeller Fon da Türkiye’ye taşınıyor..
Türkiye,  “Büyük İsrail”  oluyor da haberimiz yok!

TÜRKİYE'Yİ NASIL KULLANIYORLAR?
“Sovyetlere karşı Çin’i kullandık; Müslümanlara karşı Türkiye’yi kullanalım...” 
Bu ifade, ABD derin devleti üzerinde psikolojik operasyon uygulamaya çalışan William Safire tarafından yazıldı ve 5 Kasım 2001 tarihinde The New York Times gazetesinde yayınlandı. 
Türkiye, Arap Baharı adlı projede, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerine karşı ABD tarafından kullanılmaktadır. 
AKP hükümetinin, Mısır, Tunus, Libya ve Suriye’ye yönelik baskılarının sebebi bu politikadır. 
Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü bizzat devleti yönetenlerce tehdit edilmiş olmaktadır! Zira Türkiye’yi ortadan kaldırmayı, yerine Orta Doğu Federasyonu kurmayı öngören ABD-İngiltere-İsrail ortak yapımı, Genişletilmiş Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika projesini uygulamaktadırlar. 

İŞTE O GİZLİ BELGE
Recep Tayyip Erdoğan’a 2001 yılında henüz partisini kurmadan ABD’den gönderilen gizli memorandumda belirtilen Türkiye’nin şehir devletlerine ayrılması planı, Ak Parti Program ve Tüzüğü’ne hemen hemen aynı ifadelerle 
geçirilmişti.
New York’tan, Recep Tayyip Erdoğan’a gönderilen, memorandumda  “Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir. Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır. Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir. Bu memoranduma göstereceğiniz ilgiden dolayı takdirlerimizi sunarız...” deniliyordu.
Erdoğan ise Ak Parti Program ve Tüzüğü’nde, küresel örgütlerin taleplerini yerine getiriyor, “Partimiz merkeziyetçi devlet anlayışından vazgeçilmesini öngörür. Partimiz, eğitim hizmetlerinin yerelleşmesinden ve özelleştirilmesinden yanadır” diyordu.. 
İşte bugün, uygulanan projelerin esası bu bilgi ve belgelerde mevcuttur. Dolayısıyla, Anayasa değişikliği isteyen ABD’nin ilk hedefi, Türkiye’nin ulus devlet ve üniter devlet yapısının değiştirilmesidir. 
Abdullah Gül ise esnek bir Anayasa’dan bahsediyor. 
“Esnek”ten kasıt, kurucu iradenin esnetilmesidir. 
Oysa kurucu irade, sadece kurucular tarafından ortaya konulabilir. 
BDP, PKK terörünün  silahlı kalkışmasını yeni kurucu iradenin ortağı olarak kabul ediyor ve bu irade üzerinde politika yapıyor. 
Bu şartlar altında yeni bir Anayasa yapmak, PKK’yı devlet kurucusu yerine koymaktır. 

CHP VE MHP'NİN TARİHİ SORUMLULUĞU
CHP ve MHP’nin, AKP’nin başlattığı “Yeni Anayasa” çalışmaları çerçevesinde “uzlaşma komisyonu”na katılma kararı vermeleri, bu iki partiye oy verenler arasında büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. Çünkü, iki partinin tabanı, özerklik temelindeki yeni Anayasa hazırlığının, doğrudan doğruya ABD ve PKK’nın talebi olduğunun bilincindedir. 
PKK’nin özerklik taleplerini ise artık bilmeyen kalmamıştır. 
CHP ve MHP, Türkiye’nin parçalanması demek olan bu projeye boyun eğecek midir? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Amerikan destekli terör şantajı sonucunda Türk devleti olmaktan çıkarılmasına rıza gösterecek midir?  
Belki komisyonda kendi fikirlerini savunacaklardır ama sonuçta AKP ve BDP’nin oylarıyla Anayasa değiştirilebilir. Bu durumda CHP ve MHP, federasyon anayasasının meşru sayılması için kullanılmış olmayacaklar mıdır? 
Yoksa kendilerine, CHP ve MHP tabanının muhtemel tepkilerini yumuşatma görevi mi verilmiştir. 
Her ne sebeple olursa olsun, CHP ve MHP, tarih önünde Türkiye’nin temelleriyle oynamak isteyen ABD ve PKK’nın projelerine alet olmakla suçlanacaktır. 
Türk Milleti, belki bu badireyi de atlatacaktır ama tarih ve millet huzurunda CHP ve MHP  yöneticileri, AKP ve BDP yöneticileri ile birlikte sorumlu tutulacaktır...

DEDEM KOYNUNDA YATTIKÇA
Süleyman Nazif, “Türk İlahisi” adını koyduğu şiirinde; “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, / Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe sor bir bak! / Eğer yıldızla ay sönseydi de kalsaydı gök Türksüz / Kalırdı bence yıldızlar ve aylar kimsesiz, öksüz..” diyerek o kara günlerde bile moralini kaybetmemişti. 
1 Ekim 2011 günü de Türk Milleti için kara bir gündür; Halide Edip’in söylediği gibi Türk’ün ateşle imtihanıdır! 
Bir tarafta terör örgütünün katlettiği askerler, polisler, öğretmenler, hatta ana karnındaki bebekler, diğer tarafta, Türk egemenliğinin bu topraklardan kaldırılması için Anayasa uzlaşması! 
 Bilindiği gibi, 1. Dünya Savaşı’nda da emperyalist devletler, Kızılırmak’ın doğusunu Ermeniler’e, batısını Yunanlılara vermek için çalıştı. Anadolu’da tek bir canlı Türk bırakmayacaklardı. 
Ermeni isyanı ile birlikte Rum çetecileri de örgütlediler. 
Sonuç ne oldu? Ermeniler, yaptıkları katliamlar sebebiyle tehcir edildi. Rum çetecilerle mücadele edildi ve savaştan sonra mübadele ile Rumlar Yunanistan’a gönderildi. Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu, Asya’dan çekilmek zorunda kaldı. 
Bugün de Kızılırmak’ın doğusunda ve batısındaki Türklüğün mührü, bu topraklardan ebediyen silinmek isteniyor. Yani, yine Türk’ün ateşle imtihanı!