17 Aralık 2013 sonrasında başlayan devlet krizi zaman zaman günlük temposu düşse de ağırlaşarak devam etmektedir. Bu noktada mesele gittikçe AKP Hükümetinin izlediği çok başarılı algı yönetimi süreci sonunda yolsuzluk ile ilgili bir operasyon olmaktan çıkmış, AKP Hükümeti ile Gülen cemaati arasında bir güç çatışmasına dönüştürülmüş, bu da Hükümet tarafından Gülen cemaatine yakın yargı ve polis mensupları kliğinin AKP Hükümetine darbe girişimi olarak sunulmuştur. Gezici Araştırma Şirketi tarafından yapılan ankete göre deneklerin % 37.7’si 17 Aralık operasyonuna“Hükümete karşı darbe girişimi” olarak bakarken, % 52.9’u “Art niyetsiz yolsuzluk operasyonu” olarak bakmaktadır. Deneklerin % 9.4’ü ise “Ne olduğunu anlamadım” cevabını vermiştir. Doğrusu bu sonuçlar, AKP’nin krizi büyük bir başarı ile yönettiğini göstermektedir. Toplum sunulan bu algı çerçevesinde AKP’den yana veya cemaatten yana taraf olmaya zorlanmaktadır. Oysa bugün, bu ilk görünen tablodan çok daha ağır bir durum yaşanmakta, Türkiye tarihi günlerden geçmektedir.
17 Aralık operasyonun 2. dalgasının AKP Hükümetinin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne verdiği emir sonucunda savcının isteği ve mahkemenin onayı ile başlatılmak istenen 2. aşamasında yargının emrine itaat etmemesi ile AKP Hükümeti tarafından anayasal darbe gerçekleştirilmiştir. Yürütme, yani AKP Hükümeti, yargının aldığı kararları uygulamayarak, mevcut anayasal rejime son vermiştir. AKP Hükümeti fiili güç kullanımı ile Anayasanın 138. maddesini askıya almıştır. Artık Türkiye’de ilkel anlamda bile bir hukuk devletinden söz etmek mümkün değildir.
AKP Hükümeti 17 Aralık 2013’ten bu yana yürütmeye bağlı güçlere ve özellikle polise, kaynağını anayasa ve yasalardan almadığı gibi anayasa ve yasalara aykırı olan emirler vermekte ve bu emirler polis ve Hatay’da olduğu gibi vali ve jandarma tarafından uygulanmaktadır. İktidardaki bir partinin anayasal rejime darbe yapması çok sık rastlanmayan bir husus olmakla beraber olmaktadır. İktidarın anayasaya karşı darbe yaparak anayasa ve yasaları askıya alması, fiilen Türkiye’de anayasasız bir rejimin başladığını göstermektedir. TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Türkiye’de yargı bağımsızlığı öldü derken, bu hususun da altını çizmektedir.
Bu noktada üzerinde durulması gereken ikinci husus AKP Hükümeti’nin iddia ettiği gibi yargı içinde bir cemaate bağlı yapılanmanın olup olmadığıdır. Böyle bir yapılanmanın olmadığını ileri sürmek akla aykırıdır. Ve bunu ilk ileri süren AKP Hükümeti değil, muhalefettir. AKP iktidarı “CHP’li olmayan bir yargı oluşturacağım” iddiası ile anayasa referandumu sonrasında yargıyı büyük ölçüde ve en etkin noktalarında Hizmet hareketine sempati duyan ve bu sempatisini bir Yargıtay üyesinin açıklamasına açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi gösteren bir yapıya teslim
etmiştir.
2007’den bu yana Türkiye’de süren malum davaların hiçbirisinde tarafsız ve bağımsız bir yargıdan söz etmek mümkün olmadığı için yargılamanın kendisinin ve sonucunun da meşru olduğunu söylemek mümkün değildir.
Gerek yargıda gerek poliste böyle bir yapılanmanın oluşmasının başlıca sorumlusu iktidardır. Başbakan Erdoğan bugün suçladığı yargı-polis yapılanmasına, TSK’nın seçkin general-amiral ve subaylarını, devlet onur madalyası almış kahraman gazileri teslim etmekte hiçbir sakınca görmemiştir. Ne zaman ki, kendisine, oğluna ve bakanlarına karşı yolsuzluk operasyonları başlamış, Erdoğan tarafından “kahraman savcı ve polis” diye anılan kadrolar “paralel devlet” diye anılmaya başlamıştır. İktidar, subayları teslim etmekte mahzur görmediği kadrolara oğullarını teslim etmemek için “İstiklal Savaşı” ilan etmiştir.
Yargı ve polis içinde bir kadrolaşma olması 17 Aralık sonrasında AKP Hükümeti’nin anayasal darbe gerçekleştirerek anayasayı askıya almasını haklı çıkarmaz. Hükümetler anayasaya sadık kalmak ve sorunları anayasanın sağladığı imkanlar çerçevesinde, hukuk devletinin ilkeleri içinde çözmek zorundadırlar. AKP Hükümeti de bu sorumluluk ile karşı karşıyadır.
Sonuç olarak, bu kavgada vatandaşın ne AKP’den ne de cemaatten yana olmasına gerek yoktur. Vatandaş, anayasa ve adaletten yana olmalıdır. Anayasal rejim derhal tesis edilmeli, yargının önündeki yolsuzluk soruşturmasını durduran veya MİT’in TIR’ının aranmasını engelleyen fiili ve hukuk dışı engeller kaldırılmalıdır. Öte yandan polis ve yargı içinde paralel hiyerarşi iddiası ve algısı somut bir şekilde ortadan kaldırılacak şekilde hızla hukuk içinde önlemler alınmalıdır. Bu sürecin bir parçası olarak, 2007 sonrasında başlayan ve devam eden şaibeli olduğu tartışmalarının yaygınlaştığı bütün davalar hukuka ve adalet duygusuna uygun olarak tasfiye edilmelidir.
Son süreçte gerçekleşen anayasal darbe ile Türkiye henüz çok az insanın anladığı kadar zor bir sürecin içerisine girmiştir. Bu süreç, PKK’nın Mart 2014 seçimlerinde Güneydoğu Anadolu’da alacağı sonuç ve sonrasında gerçekleştireceği eylemler ile ülkemizi 1918 koşullarına sürükleme potansiyeline sahiptir.