Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir ve Türklüğün ana vatanı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı sonrası dönemde bir ulus devlet kurulması için karar alındığında, ortada çok gelişmiş bir ulusal yapı bulunmuyordu. Üç kıta arasında yer alan merkezi bir konumda bulunan Anadolu yarımadası, yedi yüz yıl Osmanlı imparatorluğunun merkezi toprakları olarak hizmet vermiş olan Anadolu toprakları, daha sonraki aşamada bir ulus devletin merkezi alanı olarak önemli bir misyonu yerine getiriyordu. Daha önceki dönemlerde Roma, Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları zamanında da benzeri bir misyonu yerine getiren Anadolu yarımadası, bugünün koşullarında eski imparatorluk mirası bir yükü üstlenirken, gene benzeri bir işlevi yerine getiriyordu. Dünyanın ortasında yer alan merkezi coğrafya, sürekli olarak imparatorlukların yayıldığı bir alan olmasına rağmen, çevresinde yer alan bölgelerin öne çıkardığı bir nüfus sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Eskiden büyük devletler ve imparatorluklar merkezi alanda yayılırken, daha sonraki dönemde ulusların tarih sahnesine çıkması ile birlikte içine girilen ulus devletler çağında da Anadolu yarımadasının sahip olduğu milli sınırlar içerisinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu.

Müslüman ümmetinden ve Osmanlı devletinden uzaklaşmanın başlaması ile birlikte Anadolu halkı yeni bir ulusal gelecek ararken, Müslümanlıkla birlikte bir de Türkleşme dönemi başlamış ve bu doğrultuda Anadolu yarımadasındaki yeni ulus devletleşme ortaya çağdaş bir ulusal cumhuriyetin çıkışını sağlamıştır. Avrupa kıtasında yaşanan Rönesans ve reformların getirdiği yenilikler, bir yeni oluşum olarak aydınlatma devrimini yaratınca ortaçağ dönemi geride kalmış ve yeni dönemde bilim ve kültüre dayanan bir yeni yapılanma sayesinde, o dönemde dünyayı yöneten Avrupa devletleri zaman içerisinde uluslaşmanın öncülüğünü yapmışlardır. Orta çağ boyunca küçük küçük şehir devletlerinde yaşamaya çalışan insanlık, aydınlanma devrimi sonrasında bilimin ve kültürün temellendirdiği yeni ve yakın çağlara uzanarak modern çağların ulus devlet yapılanmasına doğru bir gidişi gündeme getiriyordu. Etnik ve dini cemaatlerin siyasal aktivizasyonu ile birlikte önce bir kültürel canlanma ve toplumsal yaşama geçiş ve daha sonraki aşamada ise, vatan ve soy konularında ortaya çıkan bilinçlenme ile birlikte uluslaşmanın ilk adımları atılıyordu. Osmanlı devletinin sürekli savaşlara girmesi nedeniyle zayıf düşmesi yüzünden kamu düzeni çöküşü ile karşı karşıya kalınmıştır. Avrupa kıtasının büyük devletleri merkezi alanda güçlü bir devlet görmek istemedikleri için, yok etme politikalarını düzenli olarak kullanmışlardır. Özellikle Almanya ve Rusya arasında merkezi alana sahip çıkma hedefi doğrultusunda çekişmeler yaşanırken, Osmanlı devleti sürekli savaşmak zorunda kalıyor ve bu süreçte de birçok ülke ve bölge imparatorluğun elinden çıkarken, bu topraklar üzerinde yaşayan bölge halklarının bir kısmı da kopup giden topraklar ile birlikte, Osmanlı hegemonya alanından çıkarak, yeni ulus devletlerin oluşumu için elverişli ortam yaratıyorlardı. Osmanlı’nın toprak kaybı özellikle Balkanlar bölgesinde yeni ve küçük ulus devletçiklerin kurulmasına giden yeni bir süreci olayların önüne getiriyordu. Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgarları Müslümanları ve Yahudileri bu bölgedeki yerleşik düzenlerinden uzaklaştırırken, mikro milliyetçilik akımları üzerinden yeni ulus devletler birbiri ardı sıra dünya sahnesine çıkıyorlardı.

Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında giderek artan gerilimler ve siyasal çekişmeler ortalığı karıştırınca Osmanlı millet sisteminden gelen toplum yapısı dağılma noktasına geldi ve Balkanlar’daki etnik azınlıklar Osmanlı hegemonyasına karşı çıkarak, küçük küçük ulus devletlerini kurarak modern çağlarda diğer ulus devletler ile rekabet ve çekişme içinde siyasal yapılanmalarını tamamlamaya çalıştılar. Balkanlardaki Hristiyan uluslar sahip oldukları dinsel birliktelikten giderek, homojen bir ulus devlet oluşturma yolunda emin adımlarla ilerliyorlardı. Önce küçük devletlerini kuranlar daha sonraki aşamada rakip komşu devletlere karşı güçlenmek doğrultusunda, devletlerini büyütmek amacıyla komşu devletlere saldırıya geçerek hegemonya kavgasına girişiyorlardı. Din üzerinden uluslaşmaya yönelmek ve kendi dini üzerinden yeni bir ulus yaratma girişimlerinde, bu kez Osmanlı sonrasında kurulan Hristiyan küçük devletler tarih sahnesine çıkarak dünyanın jeopolitik merkez bölgesinde Müslümanlığa karşı Hristiyanlığın Avrupa ve Vatikan destekli uzantılarını oluşturarak, yeni kurulan Türk devleti için Hristiyanlık dininin geçmişten gelen bir batı baskısı siyasal kutuplaşma yoluyla kurulmakta olan yeni cumhuriyetin, Musevilerin kontrolü altında bir Türk devleti olmasına giden yolun önü kesilmek isteniyordu. İmparatorluğun çöküşü ve dağılması üzerine Vatikan komutasındaki Hristiyan dünya, Balkanları bir geçiş köprüsü konumunda kullanarak Anadolu yarımadası ile bağlantısını geleceğe dönük bir biçimde korumak istiyordu. Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa gelecekte komşu olacağı ya da daha yakın ilişkiler içinde olacağı, Asya kıtasına yönelik olarak genişlemek ve orta dünya bölgelerinde yeni Hristiyan küçük devletler kurarak, bunlar ile bir merkezi bir ittifak çatısı altında bir arada olmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, Balkan savaşları ile başlayan Hristiyan-Musevi çekişmesi daha sonraki aşamada Hristiyan-Müslüman çekişmesine dönüşerek Hristiyanlık dünyasının Yunanistan üzerinden önce merkezi alana daha sonraları da Asya kıtasına yayılma planlarını ortadan kaldırıyordu.

Balkanlar da ortaya çıkan bu dinler arası çatışma, Balkan savaşları ve daha sonraki aşamada da Çanakkale savaşları ile devam ediyor ve Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu eski Osmanlı bölgelerinde Müslüman halk ile Hristiyan topluluklar arasında bir iç savaş süreci gündeme geliyordu. Osmanlı ahalisi içinde nüfusun dörtte üçe yakın büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle Ermeni, Rum, Bulgar ve Süryaniler gibi Hristiyan dinine sahip bulunan topluluklar, Birinci Cihan savaşına doğru yavaş yavaş imparatorluk arazisi sürüklenirken, Osmanlı devletinin gayrimüslüm kalıntıları olan Hristiyan nüfusun önemli bir kısmı Akdeniz limanlarından gemi ve vapurlara binerek imparatorluk sahasının dışına çıkarak, Avrupa ve Amerika kıtalarındaki boş olan sömürge devletlerinin topraklarına giderek yerleşiyorlardı. Böylece Birinci Dünya savaşının başlaması üzerine merkezi coğrafyadan batı ülkelerine doğru göç hareketleri artıyordu. Hristiyanlık dininin bütün dünyaya yayılması hakkındaki Vatikan projesi böylece uygulama alanına sokulurken, Osmanlı Hristiyanları daha çok Güney Amerika ülkelerini yeni yurtları görerek buralara yerleşiyorlardı. Amerikan kıtasının da Avrupa kıtasında olduğu gibi Hristiyanlığın birleştirici çatısı altında Vatikan’ın hegemonya alanının genişlemesi, Osmanlı Hristiyanlarının kıta değiştirerek Güney Amerika ülkelerine gitmeleri sayesinde gerçeklik kazanıyordu. İlk bin yılda Avrupa Hristiyanlaşırken, ikinci bin yılda Amerika kıtasının Hristiyanlaşmasına Osmanlı göçmenleri Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına yerleşerek yardımcı oluyorlardı. Milat döneminden sonra iki bin yıl devam eden bu kavganın bugünkü uzantısında Vatikan’ın Asya kıtasını da Avrupa gibi bir Hristiyan kıtasına dönüştürme projesinin ilk adımları o dönemde atılmak istendiği için, Türkiye’nin Trakya ve Ege bölgelerinde yeni Hristiyan devletler kurarak buralardan Asya kıtasının içlerine doğru bir yayılma hazırlığı göstermişlerdir. Dinler arasındaki bu kavga bölge ülkelerini derinden etkilerken, Birinci Dünya savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu dağılırken, Avrupa Musevileri göç ve mübadele yolu ile eski imparatorluk topraklarına yerleşerek, Avrupa kıtasında iki bin yıl süren din kavgasını Orta Doğu bölgesine taşımışlardır.

Din kavgası yüzünden Avrupa da kurdurulmayan Yahudi devletinin önce Balkanlar’da sonra Ege bölgesinde kurulması için Musevi lobileri çok baskılar uygulamışlar ve en sonunda Yahudi devleti olarak İsrail yirminci yüzyılın ortalarında kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tam bu arada bir devlet olarak kurulma şansını elde etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Rusya’da bir Sovyet devrimi gerçekleştirilerek, Rusya’nın kontrolü altında kalan dünyanın beşte bir toprak parçaları üzerinde dinsizlik düzeni kabul edilmiş ve bu doğrultuda bütün camiler ile kiliseler kapatılmıştır. Dünyanın kuzey bölgesinde bir dinsizlik düzeni kurulurken ve bu durumun ortaya çıkardığı dinsizlik uygulaması tüm Asya kıtası üzerinde uygulamaya geçirilirken, Sovyetler Birliği ile müstakbel İsrail arasında kalan orta bölgede eski Osmanlı toprakları merkeze alınarak bir Türk devleti kurulmuştur. Ne var ki, SSCB gibi bir kocaman imparatorluk Rusya merkezli olarak örgütlenirken, İslam dünyasının tam ortasına Avrupa’da kurulamayan İsrail devletinin kurulması, Rusya merkezli dinsizlik düzeninin geçerli olduğu Sovyetler Birliğinin, İslam dünyasına karşı oluşturduğu dinsizlik düzeni dengesi arasında mümkün olabilmiştir. Hristiyan Avrupa ülkeleri kendi ülkelerinde Yahudi devleti kurulmasına izin vermezlerken Amerikan Yahudi lobilerinin özellikle Hazar lobisinin destekleyerek örgütlediği Sovyetler Birliği gibi bir dev ülke, dinsizlik düzeninin temsilcisi olarak büyük İslam coğrafyasını dengeleyerek, ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail devletinin Orta Doğu bölgesinde kurulmasının önünü açmıştır. Merkezi alanda İsrail kurulmadan önce bir sosyalist imparatorluğun oluşturularak büyük İslam potansiyelinin tam ortasında Yahudi devletinin kurulması çok zor olmuş ve bu devletin kurulmasından sonra geçen yarım yüzyılı aşkın süre merkezi alanı sürekli savaş bölgesine dönüştürmüştür. Dinsizlik imparatorluğu İslamın gücünü dengelerken, dünyayı Amerika’dan yöneten Musevi lobilerinin destekleri ile ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail, Orta Doğu’da bağımsız bir devlet olarak kuruluyordu. Birinci Dünya savaşı sonrasında kurulması planlanan İsrail devleti, Edirne’den göç eden Türk asıllı bir Yahudi asıllı olan İngiliz başbakanı Churchil’in karşı çıkması yüzünden, İsrail kurulamamış ve savaşı kazanan İngiliz başbakanı Siyonistlerin yoğun çalışmaları sonucunda, genel seçimleri kaybederek muhalefete düşmesi yüzünden, İsrail’in kurulabilmesi için yeni bir yol açılmış ve bu yol insanlığı İkinci Dünya savaşı felaketine sürüklemiştir. Siyonistler Hitler gibi anormal birisini bularak ve onun üzerinden Nazizm’i örgütleyerek ve sonunda Almanya ile Sovyetler Birliğini savaştırarak kutsal topraklar ilan edilen Filistin bölgesinde Yahudi devletini kurmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Sovyetler Birliği dünyanın ikinci büyük gücü olarak Asya’nın kuzey bölgesinde egemenliğini sürdürüyor ve bu doğrultuda da bölgedeki bütün İslam devletlerini dengeleyerek İsrail devletine karşı bir büyük İslam savaşının gündeme gelmesini önlüyordu. Bu çerçevede İsrail devletini ilk tanıyan devlet Sovyetler Birliği oluyor ve ABD’nin de hemen tanıdığı İsrail oluşumunu tanımak Türkiye’nin önüne yeni bir görev gibi getiriliyordu. Amerika ve Rusya’nın tanıdığı İsrail devletini Musevi lobilerinin yoğun desteği ve baskıları ile Türkiye Cumhuriyeti de tanımak zorunda kalıyordu. İkinci dünya savaşına kadar Türkiye bölgedeki İslam devletleri ile olan ilişkilerini ayarlayarak, Sovyetler Birliği ve batılı emperyalist devletlere karşı bölgesel savunma ve dayanışma ittifakları oluşturmaya çalışırken, İsrail devletinin kuruluşu Amerikan Musevi lobileri aracılığı ile tamamlanmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk bölge devletlerinin karşı çıktığı İsrail yapılanmasına karşı uzak duruyor ve batı dünyasından bölgeye transfer edilen bu Siyonist devletin dünya barışını tehdit edeceğini görerek de bu oluşuma destek vermiyordu Merkezi coğrafya İsrail devletinin kurulması doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, Sovyetler Birliği’nin tam da dünya savaşı sırasında New York borsasından gönderilen milyonlarca dolar maddi yardımın, Troçki tarafından Moskova’ya gönderilmesi ile Kızıl Ordu kurularak, bütün Rusya ve komşularının bir araya geldiği büyük ideolojik imparatorluk kurularak orta dünya alanları tümüyle bu büyük yapılanmanın hegemonyasına terk ediliyordu. Solculuk görünümünde bir dinsizlik düzeni Müslüman dünyanın tam ortasında farklı dinden bir devlet yapılanmasının yerleştirilmesini daha kolay bir duruma getiriyordu. Osmanlı imparatorluğunun yerine, Büyük İsrail Federasyonu planının uygulanabilmesi doğrultusunda elverişli bir ortam hazırlanıyordu. Nitekim daha sonra ortaya çıkan birçok gerçek böylesine bir uluslararası planın olduğunu ve gelecekte bütün bölge devletlerinin bu emperyalist proje doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiğini, birçok siyasal gelişme ortaya koymuştur. Sovyetler Birliğinin kurulması sonrasındaki Orta Doğu konjonktürü Yahudi devleti olarak İsrail’i öne çıkarmış ve bunun sonucunda bölgedeki eski Osmanlı toprakları, Avrupa’dan gelen ulus devlet modeli üzerinden İngilizlerin Sevr planı aracılığı ile dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yüz yıl önce İngiliz planı ile ulus devletleri bölgeye taşıyan uluslararası konjonktür, bugün de Büyük İsrail planı doğrultusunda eyalet devletlerini gündeme getirerek var olan devletlerin içinden en az on küçük devlet çıkartmak üzere bölge savaşlarını Orta Doğu’da sürdürmektedirler.

İşte Türkiye Cumhuriyeti iki bin yıllık dinler savaşı Avrupa’dan Asya kıtasına taşınırken tam o dönemin ortalarında kurulmuştur. Dinler açısından bir yanı ile Hristiyan dünyası, diğer yanı ile İslam dünyası ve üçüncü olarak da Asya kıtasında var olan ülkelerin arka planda yer aldığı kozmopolit dinler dünyası arasında sıkışıp kalan Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda SSCB gibi dinsizlik rejimi ile Orta Doğu’nun tam ortasında yer alan bir ülke olarak, kuruluşu sırasında dinler arası diyalog sağlayacak bir laiklik modeli esas alınmıştır. Hristiyan Avrupa ile Müslüman merkezi bölge arasında kalan bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa’nın yanında Müslüman ülke olarak yer almasını Vatikan ve Avrupa ülkeleri uygun görmemiş ve engelleme yapmışlardır. Sınır komşusu olarak İslam ülkelerini Balkanlar’da görmek istemeyen Hristiyan Avrupalılar yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başta kuruluşu sırasında laikliği zorlamışlar ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasında yer alan ama sonradan değiştirilen maddelerinde var olan “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır “hükmü kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik yapılanmasının önü açılmıştır. Batı dünyasından gelen bu baskılar Türk devletinin Müslüman devlet olmasını önlemiştir. Bu süreçte doğudan gelen rüzgarlar ‘da Musevilik dininin etkileri bir Yahudi devleti olarak İsrail’in önünü açarken, Türkiye bu kez doğudan da laiklik talepleri ile karşılaşarak İslam coğrafyasının tam ortalarında bir din ve ırk devleti olarak kurulan İsrail devletine merkezi coğrafya da bir şemsiye görevi görmüştür. Rusya’da kurulan SSCB rejimi İslam coğrafyasının önünü keserken dinsizlik görüşünün ağırlığı Asya ülkelerine taşınıyordu. ABD’nin desteklediği Rusya’daki Sosyalist devrime karşı denge olarak İngiltere’nin örgütlediği Çin’deki Maocu dinsizlik düzeni, tamamlayıcı bir yapılanma olarak devreye giriyordu. Bu gibi yeni oluşumlar cihan savaşı ile başlayan değişimlerin yeni halkaları olarak devreye giriyordu. İkinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dengeler, İsrail’in kuruluşuna giden yolu açıyor ve bu doğrultuda yeni gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkarak, uluslararası konjonktürün biçimlenmesinde etkin oluyordu.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, Türk devletinin nüfusunun yüzde doksanının Müslüman olmasına rağmen devlet kuruluşta İslam devleti olarak kurulamıyordu. Bu duruma hem Avrupa hem Rusya karşı çıkarken, İsrail’de Osmanlı vatandaşlığından Orta Doğu Musevilerinin durumunu dikkate alarak, Türkiye’nin bir İslam devleti olmasına karşı çıkıyordu. Dünyanın merkezinde bir devlet kurarken kurucu öncü kadro çevre ülkelerinden gelen büyük baskılarla karşı karşıya kalıyordu. Bu aşamada kurucu önderin başkanlığında yapılan özel toplantılarda bir ara Türk devleti kurulurken Türk ulusunun da Hristiyan olması öneriliyor ve uzun tartışmalardan sonra Türklerin Hristiyanlığa geçmesi çeşitli itirazlar yüzünden kabul edilmiyordu. Kurucu kadro Hristiyan Batı dünyası ile Müslüman dünya arasında bir orta yol ve denge oluşturabilmek üzere laik devlet modelini ana gövde olarak kabul ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu sırasında sürekli olarak Hristiyan Avrupa ile din konularında çekişirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da yeni kurulan İsrail ile de İslam devleti konusunda birçok tartışmalar ve gerginlikler birbirini izlemiş, Türk vatandaşı olarak Türklüğün içinde yer alan birçok Musevi vatandaş, din konularına karışırken ya da tarikatların önderliği gibi alanlarda rol alarak etkili olmaya çalışırken, Türkiye’de din yönetimi alanında birçok yeni sorun ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar dini konuları öne çıkarmış ve soğuk savaş sonrası dönemde, Türkiye’de açıktan İslamcı partiler kurularak siyaset sahnesinde özgürce yer alabilmişler ve zaman içinde toplumu kucaklayıcı bir büyüklüğe kavuşarak, uzun süreli iktidar olma şansını da elde etmişlerdir. Halk kitleleri giderek genişleyen Müslüman tabanı temsil eden partileri desteklemeye başladıklarında, cumhuriyetin kurucusu ve öncüsü olan Atatürk’ün partisini de kitlesel olarak Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşları desteklemeye başlamıştır. Bu ayırımın giderek kamplaşmaya dönüşmesi ile birlikte, Türkiye son yıllarda içinden çıkılmaz bir sarmala sürüklenerek, dinler arası çekişme alanı haline gelmiştir. Dinler arası çekişmelerin tarihte olduğu gibi savaşlara dönüşme ihtimali bugün yüksek görünmektedir.

Türklerin ana vatanı olarak kabul edilen Anadolu yarımadasında Türklüğün ve Türkçülüğün ana sorunu olarak dinin öne çıktığı görülmektedir. Tarih boyunca dinler arası çekişme ve çatışmalar yaşanmış ve bunların uzantıları günümüze kadar gelmiştir. Türkiye gibi üç kıtanın tam ortasında yer alan bir ülkenin bu dinler ve tarikatlar arasında çekişmelerden fazlasıyla rahatsız oldukları ve bu yüzden de uluslaşma süreçlerinin önünün kesildiği, ya da dinci kesimler ile laik kesimler arasındaki çekişmelerin çatışmalara dönüşerek kamplaşmalara yol açtığı anlaşılmaktadır. Rusya’daki Türkler Şaman, Hristiyan ya da Musevi dinlerine sahipler, Türkiye’deki Müslümanların bir kesimi ise ya Hristiyan ya da Musevi dinlerine mensup görünüyorlar, bu nedenle de dini kimlikleri ön plana geçtikçe, ulusal kimlikleri geri giderek Türklük ile mesafeli bir duruma düşüyorlar. Dinin ana belirleyici olduğu yapılanmalar içinde kimlikler ortaçağ dan bu yana dine dayalı olarak belirlenmiştir. Ne var ki, on sekizinci yüzyılın getirdiği bir yenilik olarak ulus devletler öne geçerken, zamanla ulusal kimlikler bunların uzantısı biçiminde gerçeklik kazanmışlardır. Dini örgütlenmelerin güçlü olması nedeniyle din esaslı cemaatler ya da tarikatlar uluslaşma akımına karşı çıkarak direnmişler ve bu yoldan uluslaşma süreçlerinin önünü kesmeye çaba sarf etmişlerdir. Üç yüz yıllık bir geçmişe sahip olan uluslar dinler kadar tarihi ağırlığa sahip olmadıkları için dinlerle olan çekişmeli süreçte ulusların ve ulus devletlerin zayıf kaldıkları, buna karşılık dini grupların küresel şirketler tarafından desteklenerek ulus devletlerin karşısına çıkarıldıkları anlaşılmaktadır. Bir taraf ta uluslar ve ulus devletler ittifakı varken, bunlara karşılık küreselleşme süreci içinde emperyal şirketler ile tarikatların iş birliği yaparak ortaya çıktıkları anlaşılmaktadır. Tekelci büyük sermayenin dünyayı kendi imparatorluğuna çevirme noktasında, şirketler ile devletler kapıştığı için küresel emperyalizm hem ulusları hem de ulus devletleri karşısına alarak yıkmak ve eritmek çabası içindedir.

Anadolu yarımadası üzerinde kurulan Türk devletinin hem Orta Asya’dan gelen bir ulus sorunu hem de Orta Doğu bölgesinden gelen din sorunu bulunuyordu. Dünyanın ortasında kurularak çağdaş uygarlığın içinde yer almayı hedefleyen Türklerin hem dini hem de dili ve kültürü batının önde gelen ülkelerinden çok farklı bir yapıda olduğu için, Türklerin modernleşme çabaları her zaman için batı dünyasının dışında gerçekleşmiş ve batılıların görmezden geldikleri boşa kürek sallanan bir çabanın sonucu olarak değerlendirilmiştir. Hristiyan dünya sürekli olarak küçümsediği Müslüman ülkelerle Türkiye’yi sürekli olarak karşılaştırmış ve her zaman için, Atatürk Türkiyesi’nin çabalarını küçümseyen bir yaklaşım içinde olmuştur. Hristiyanların Müslüman ve Musevi toplulukları Avrupa dışına atması yüzünden bir Türk devleti çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak bile Avrupa Birliği’ne üye yapılmamaktadır. Eski Osmanlı eyaletlerinin Hristiyan olanları Avrupa Birliğine tam üye yapılırken Avrupa’nın tam ortasında yer alan eski Osmanlı eyaletleri olarak Bosna ve Arnavutluk Müslüman kimlikleri nedeniyle dışarıda tutulmakta ama Slovenya ve Hırvatistan gibi Hristiyan ama küçük Avrupa devletleri Avrupa Birliği’ne tam üye yapılarak tam anlamıyla bir çifte standart uygulanmaktadır. Eski imparatorluk coğrafyasının üç kıtaya birden dağılması yüzünden, bu kıtalardan gelen yansımalar doğrultusunda farklı yapılanmalar ulus devletlerin içinde görülmüş ve bu yüzden de eski imparatorluk döneminde olduğu gibi homojen yaklaşımlar geliştirerek bütün bölge ülkelerini bir araya getiren birliktelik ya da uluslararası yapılanmalar şimdiye kadar tam olarak gerçekleştirilememiştir.

Kırım-Kazan-Kafkasya üçgeni arasında planlanan ve öncelikle Rusya’da kurulmak istenen Türk devletinin bu bölgede kurulamaması yüzünden, Türkçüler Rusya’dan kovularak İstanbul’a geldiklerinde Türk devletini Anadolu yarımadası üzerinde kuruyorlardı. Rusya’daki Türk topluluklarının bazılarının Hristiyan diğerlerinin de Musevi olması yüzünden, kuzey bölgesi Türkleri arasında İslamiyet fazla yaygınlaşmamıştı. Osmanlı devletinin Müslüman bir devlet olması yüzünden kuzey Türklerinin içindeki Müslümanlar Anadolu’ya gelerek, Türk dünyasında İslamın etkilerini daha da güçlendirmeye çaba gösteriyorlardı. Kuzeyden gelen Türkler Anadolu’nun Müslümanlığına destek olurlarken, Orta Doğu bölgesinde yer alan tarikatlara karşı mesafeli davranarak sahip oldukları Türk kimliğini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alıyorlardı. Türk kimliği kuzeyli Türkler arasında ön planda geliyor, dini ya da kültürel diğer alt kimlikler ikinci planda bırakılarak Ruslar’ın sonradan egemen olduğu eski Hazar ülkesinde, Türklüğün yeniden tarih sahnesine çıkabilmesi için hazırlıklar yürütülüyordu. Rusya’dan gelen Müslümanlar Anadolu topraklarında yaşamaya başladıktan sonra bu yarımadayı vatan olarak benimsemişlerdir. Özellikle Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında direnen Osmanlı yönetimi sırasında Namık Kemal ve benzeri vatansever yazar ve ozanlar, Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında uzun süreli bir direnişi örgütleyerek, Rusya’daki Türkçü birikimin Balkanlar üzerinden Osmanlı devletine de yansıması için çaba göstermişler ama, Balkan bölgesindeki heterojen nüfus yapısı yüzünden, bu vatanseverlik çıkışı Osmanlılardan daha çok Balkan savaşları ile imparatorluktan kopan küçük ulus devletler de vatanseverlik ve benzeri ulusalcı yaklaşımlar, Balkanlara Rus emperyalizminin girişini önlemiş ama bir Osmanlı milliyetçiliği yaratarak, Balkan topraklarında bir büyük kucaklaşmayı yaratamamıştır. Din farklılığı Balkanların Osmanlı devletinden kopmasının arkasında yatan ana meseledir. Namık Kemal yıllarca uğraşmasına rağmen bir vatan şairi olarak Balkan Hristiyanlarına fazla bir mesaj verememiş ve bu nedenle de Osmanlının çöküşü durdurulamayarak hızla dağılma gerçekleşmiştir. Osmanlı milleti yaratılamayınca Türk kimliği sonradan Rusya’daki birikim üzerinden imparatorluk ahalisine yansıtılmıştır.

Savaşlar aracılığı ile Osmanlı devletinin elinden çıkan bütün ülke ve bölgelerdeki ahali merkeze dönerek göçmenler aracılığı ile Anadolu yarımadasına gelerek yerleşiyordu. Osmanlı bitme noktasına geldiğinde gayrimüslüm topluluklar ülkeyi terk ediyorlar ama elden çıkan topraklarda yaşamını sürdüren Türk toplulukları ve Müslüman cemaatler, Anadolu topraklarına gelerek her kente yerleşiyorlardı. Balkan savaşları sonrasında Türkiye’nin elinde sadece doğu Trakya bölgesi kalıyordu. Bütün ahalisi Türk asıllı olmasına rağmen batı Trakya’nın da yeni Türk devleti çatısı altına girmesini, Balkanlar da yeni kurulmuş olan küçük Hristiyan devletlerin büyüme isteği yüzünden Osmanlı dönemi sonrasında, ilk Türk cumhuriyetinin kurulduğu Batı Trakya bölgesinin de Türklerle kaynaşmasına izin verilmiyor ve bu bölge hiç ilgisi yok iken, Haçlı bir bayrak altında kurulmuş olan Hristiyan devleti olarak Yunanistan’a bağlanıyordu. Böylece Osmanlı topraklarının önemli bir merkezi olan Rumeli bölgesi Yunanistan’a verilerek İngiliz himayesinde bir Hristiyan yapılanması eski Osmanlı alanlarında örgütleniyordu. Yunanlılar din üzerinden milliyetçilik yaparak Hristiyan dünyasının önde gelen devletlerinin desteğini alırken, Anadolu’ya dönerek yerleşen Osmanlı Müslümanları da yeni dönemde bir milliyetçi çatı olarak Türklüğü kabul ederek ulusal çatı altında bir araya gelmeye çalışıyorlardı. Avrupa’daki din çekişmelerinin Osmanlı topraklarına yansıyarak bu ülkenin arazisi üzerinde iç savaş senaryolarını devreye soktukları noktadan sonra, imparatorluğu yöneten elit kadro artık çok uluslu ya da dinli kozmopolit yapıların birlikte yola devam etmeleri konusunda, umutlarını kaybederek gelecek için karamsarlık çizgisine kayıyorlardı. Yüzlerce yıl değişik din ve kültürden insanları çatısı altında bir araya getirerek örgütleyen bir imparatorluğun sona erdiğini Balkan yenilgisi açıkça ortaya koyuyordu.

Çok dinli ve kültürlü bir kozmopolit yapılanmadan çıkarak uluslaşma sürecine doğru yol alan Osmanlı devletinin son çare olarak örgütlediği İttihat ve Terakki Cemiyeti, Balkan savaşı sonrasında Anadolu yarımadasını kurtarmak üzere devreye girerek resmen emperyalist güçlere karşı mücadeleye başlıyordu. Anadolu halkının yanı sıra son dönemlerde elden çıkan eski Osmanlı bölgelerinden gelen Müslüman ve Türk gruplar Anadolu’ya yayılarak yerleşirken, imparatorluğu ayakta tutmak üzere Türklüğün güçlendirilmesi amacıyla Türkçe bütün okullarda zorunlu eğitim dili haline getirilerek, farklı dillerde eğitim yapan azınlık okulları kontrol altına alınıyordu. Türkçe eğitimin başlatılmasıyla birlikte bütün ülkede bir Türkleştirme süreci başlatılarak, Türkçe eğitim üzerinden halk kitlelerinin ulusallaşmasına çaba gösteriliyordu. İttihat ve Terakki bu aşamaya kadar benimsemediği Türkçülük akımını, son noktada kabul ederek geride kalan halkın uluslaşarak bir var olma mücadelesini örgütlemeye çalışıyordu. Artık gayrimüslimler ile yollar ayrılıyordu.

Osmanlıcılık yaparak Osmanlı milleti yaratmakta çok geciken imparatorluk yönetimi, son aşamada varlığını koruyarak yoluna devam etmek için, Türkçülüğü ulusal bir devlet ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla benimsiyordu. Balkan savaşları imparatorluğu bitirirken, burada başlayan savaşın daha sonra Osmanlı cephelerine dağılmasıyla birlikte Türkçülük akımı, Türk ulusalcılığı olarak Türk kökenli grupları emperyalizme karşı örgütleyerek, Kuvayı Milliye direnişini yürütmüştür. Devlet çöktükçe içinde tek sağlam kalmış çekirdeğin Türklük olduğu anlaşılınca, mücadele bütünüyle Türklük ve Türkçülük üzerinden yürütülerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yol açılmıştır. Son aşamaya kadar Osmanlıları destekleyen Müslüman Araplar daha sonra bir İngiliz kışkırtmasıyla Türkleri arkadan vurunca, bu kez Türk orduları aynı zamanda Müslüman birliklerin arkadan saldırılara geçmeleri gibi, askeri senaryolarla da uğraşmak zorunda kalmışlardır. Misakı Milli andı hazırlanırken Doğu Trakya’da yeni Türk devletinin sınırları içine alınarak, Anadolu ve Trakya düzeni kurulmuştur. Arapların kopuşundan sonra Anadolu halkı, büyük bir çoğunlukla Türkleşerek batı emperyalizmine karşı güçlü bir var olma savaşı veriyordu. Bu nedenle Türk ulusunun savaş alanında ortaya çıktığını ve bu durumun da yeni Türk devletinin kuruluş aşamasında güçlenme sağladığını artık Türkler görmeye başlamıştı. Abdülhamit savaş alanlarından geri çekilirken, doğu Anadolu’da bir Ermeni isyanı çıkması ve Ermeniler üzerinden Rusya ve Fransa gibi batılı emperyalistllerin, Türklerin elinden Müslüman topraklarını almak üzere yeni geliştirilen Hristiyan dayanışmasının, Kafkasya ve Hazar bölgelerinde Ermeni savaşları aracılığı ile sonuca gideceği gibi planlar yüzünden, Doğu Anadolu toprakları bir savunma savaşının geçtiği yer olarak öne çıkıyordu. Beş yıl süren ulusal kurtuluş savaşı sırasında Ermeni sorunu Suriye’ye tehcir yolu ile çözüme kavuşturulmaya çalışılıyordu. Osmanlı yönetimi katliam yerine tehciri uygulayarak daha insancıl bir seçeneğe yöneliyordu. Ermeni meselesi Osmanlılara karşı olduğu gibi, yeni Türkiye için de batının uzantısı bir Hristiyan işgali olarak görülüyordu. Osmanlının eski ahalisi olarak Ermeniler Müslüman karşıtlığını öne çıkarırken Türkler belgede yeni bir düzen kurulabilmesi için hem tehcir hem de mübadele antlaşmalarını birlikte uygulayarak, eski dönemi bitirmek için çaba göstermişlerdir.

Din meselesi Türkiye’nin olduğu gibi bütün devletlerin de önde gelen meselesidir. Dünya tarihine bakıldığında önce Museviler, sonra Hristiyanlar ve son olarak da Müslümanlar öne çıkarak kendi din anlayışları çizgisinde dünyadaki olayları ve gelişmeleri kontrol etmeye çalışmışlardır. Hristiyanlar ve Müslümanlar bütün dünya ülkelerinde çekişirken, Museviler merkezden her iki dinsel tabanı da tarikatlar ve siyasal örgütler aracılığı ile yönlendirerek evrensel bir düzeni hedeflemişlerdir. Dünyayı yönettiği öne sürülen İllimünati isimli gizli dünya devletinin bir yöneticisi, birinci dünya savaşının imparatorlukları ortadan kaldırdığını, ikinci dünya savaşının ise İsrail devletini kurduğunu , ve gelmekte olan üçüncü dünya savaşının da dinleri ortadan kaldıracağını açıkça yazmıştır. Şimdi durduk yerde bir cihan savaşının olamayacağını, ancak böyle bir savaş için ortamı hazırlayacak olayların çıkartılmasıyla birlikte, insanlığın savaşlar çıkmazına saplanıp kalacağını artık herkes görebilmektedir. İslam aleminin Ramazan Bayramı gecesinde İsrail’in Müslümanların kutsal yeri olarak Mescid’i Aksa Camisinin bombalaması, bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilecek nitelik taşıyan bir büyük saldırıdır. Olay gecesi sonrasında ortaya çıkan çatışmalar bir haftaya yakın bir süredir devam etmekte ve üçüncü dünya savaşı senaryolarını akıllara getirmektedir. Dinler arası savaş gene Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında olacak ve böylece yüz yılda kurulabilen, küçük İsrail devleti Büyük İsrail Federasyonuna dönüştürülerek, Büyük İsrail hayalleri ile oyalanacak din savaşçıları kutsal toprakların ve ırmakların yer aldığı merkezi alanda üçüncü bir büyük savaşa yönlendirileceklerdir. Son dönemdeki gelişmelere bakıldığında Orta Doğu ile birlikte Balkanlar’da yeni çatışma ortamı olarak devreye girmektedir. Hristiyan Avrupa ile Müslüman Orta Doğu karşı karşıya gelerek savaşırsa, o zaman dünyanın bütün merkezi alanı sonunda Yahudilere kalır. Böylesine projelerde din gene ana sorun olarak öne çıkarılırsa, o zaman kıyamet senaryolarına yaklaşıldığı anlaşılmaktadır. Günümüzde Türkiye’nin ana meselesi din sorunudur ve bu sorun ancak ulusal kimliklerle aşılabilmelidir.