Hikmet ehli bir zat “Dünya’da dertsiz insan yoktur. Ben dertsizim, diyen de insan değildir” demiş.
Herkes kendi dünyasında, kendince büyük dertlerle uğraşır, çalışır, çabalar, üzülür, çıkış yolları arar.
                Bireylerin oluşturduğu toplumlar da aynı çizgiyi yaşar. Her grup, cemaat, cemiyet, millet ve nihayet insanlık benzer bir sürecin dahilindedir.
                Kiminle konuşsak kendini dünyanın en dertli insanı olarak ifade eder. Belki de bu hale gelinmesindeki temel sebep manevi dinamiklerin yerini birey eksenli beklentilerin almasıdır. Bireyin kutsallaştırılıp cemiyet şuurunun bireye kurban edilmesi ile toplumsal birlikteliğin de çıkar ve yalnızlığa mahkum olduğunu görmekteyiz.
                Söylenenler, yazılanlar, üç nokta ile verilen dolaylı mesajlar, ötekileştirilenler, “bendensin” psikozu, velhasıl topyekun beklentili bir oportünizm.
                Sonra inandığınız değerler ve değerleriniz için durmanız gereken yer.
                Elinizin altından kayıp giden bir nesil,  çıkmaza sürüklenen cemiyet hayatı ve en önemlisi yüreklerde burkuntuya sebep olan soylu sevdanızın ahvali.
                Kadim coğrafyamızdan, Türk Yurtlarına ve oradan da Türkiye’ye baktığımızda yaşananların izahı için yeni sosyolojik kavramlara ihtiyaç duyulduğu aşikardır.
                Hususen  de Türk milletinin tarihi köklerini barındırıp o şuuru ebedi umrana taşıma iddiasına sahip olan ülkücü hareketin yaşadığı belirsizlik millet ve ülke bekası adına tereddütlere sebep olmaktadır.
                Çok basit bir yaklaşım ile “Hepiniz birbirinizi seviniz, kendinizi sevmiş olacaksınız.” anlayışındaki gibi, temeline Yaşatma idealini yerleştirip milletin bekasını esas alan ülkücü hareket, anlamsız bir iç çekişmeye sokulmamalıdır.
                Meseleyi sadece beklentiler ve siyasi faydacılık yaklaşımı ile değil de “Kılıçların gölgesinde insanlık için saadet sofrası kuran Osmanoğulları, devlet sundukları devşirmeler eliyle hançerlendiler.” gerçeğindeki gibi mefkurenin, sunması gereken medeniyet tasavvurunu ertelenmesi açısından bakmak gerekiyor.
                Coğrafyamız ve ülkemiz aleni bir savaş hali yaşarken, üstelik de soğuk ve sıcak harbin bütün yöntemleri uygulanırken; ülkücü hareket, bir an önce bu korkunç “yok oluş” planını durduracak hamleler gerçekleştirmelidir.
                Bunun yolu bellidir. Ülkücü hareket asli vazifesini ifa edecek bir yapıya kavuşmalıdır. Mevcut yaklaşımlar yetersiz kalmaktadır. Daha açık ifade etmek gerekirse; Abdül Aziz’in veziri azamı Ali Paşa’nın Siyasi Vasiyetname’deki şu tespiti ile duruma açıklık kazandıralım. “ Bizim de kusurlarımız olmuştur. Aydınlatılmaya ihtiyacımız vardı. Öğütlere daima kulak verdik. Bizden farklı düşünenlere saygı gösterdik. Tenkitlerde iki şey aradık: terbiye ve samimiyet.
                Evet, böyle bir yaklaşım kabul görecektir. Tenkitleri terbiye ve samimiyet ölçütlerine göre yapmak.
Sonuç olarak, Türk milletinin karanlıklardan aydınlığa çıkması adına en güçlü fikri teamüllere sahip olan hareketin bir an önce yaşadığı kaostan çıkması için mevcut iradenin, hareketin beklentileri doğrultusunda alacağı bir kurultay kararı ve ülkücü iradenin vereceği temsil yetkisi ile bir an önce şahsiyetçi duruş ve milli şuur eksenli inşa hareketini başlatması gerektiği aşikardır.  
Neden mi?
Daha önce yazmıştım. Bir kez daha hatırlatayım. Yorumsuz bir şekilde:
  “1973…
“Yüreği, fikri, bileği güçlü on binlerce gence sahip ülkücü harekette cep delik cepken delikti.
Yusuf İmamoğlu İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin önünde bir sabah pusu kurularak şehit edilmişti….
Cebinden çıkan bütün parası sadece 35 kuruştu…
Otopsi raporunda iki gündür bir şey yemediği, midesinin boş olduğu yazılıydı. Şehit olduğu gün de bir simit alacak parası olmadığı için, okuluna aç gidiyordu.
Gerçek ülkücülerin “parayla” arası ne zaman iyi oldu ki?
Bu iman dolu mücadeleyi sürdürebilmek, nesle ışık olabilmek için paraya ihtiyaç vardı.
 İşte o sırada bir ses yükseldi ocaktan:
“ Kanlarımızı satacağız.”
 “Kızılay’la görüşelim.”
Onlar ne ihale komisyonculuğunu, ne kara para mafyacılığını, ne haraççılığı ne de temsil ettikleri güçlü makamların üzerinden maddi çıkar sağlamayı düşünemezlerdi.
Çünkü iman ettikleri davaları böyle kirli düşünceleri akıllarından bile geçirmelerine izin vermezdi.
Güçleri ancak kanlarına yetiyordu….
Bazen dökerler, bazen de teşkilatlarının ihtiyacı için Kızılay’a satarlardı…
Kızılay’la görüşüldü, anlaşıldı.
Her ülkücü makbuz karşılığı kanlarını Kızılay’a verecekler, makbuzları teşkilatlarına getireceklerdi.
Kızılay Kan Merkezleri önünde uzun “Ülkücü Kuyrukları” oluştu… Kan vermek için…
Şevkle, heyecanla kanlarını verdiler. Makbuzlarını teşkilatlarına getirip teslim ettiler.
Toplanan kan bedelleri bir milyon lirayı aştı.
Bir gün kan verenlerin kuyruğunda “aksakal” bir ihtiyarı sıra beklerken gördüler. Tanıdılar, yanına geldiler.
- Amcacığım, senin burada ne işin var?
- Kan vermeye geldim.
- Ama?…
- Ne aması ben kan veremez miyim?
- Ama amca…
- Ne oldu? Benim oğlum ülküdaşınız, kardeşiniz bütün kanını bu dava için döküp şehit olmadı mı? Onun fedakarlığı yanında ben bir ünite kan vermişim çok mu gördünüz?…..
Artık söz bitmiş, yaşlar göz pınarlarından boşalmış, boğazlar düğümlenmişti….
O yaşlı amca, 21 Mart 1971 günü şehit olan Süleyman Özmen’in babasıydı…