Yazar Nihat Genç’ten bayram hediyeleri: Durum Tespitleri. Laf Sokmalar. Dalkavuk fıkraları. Felsefeler. Macera. Geyik. Zeka Kavşakları. Beyin Zırıldakları. Bok. Püsürük. Hepsi Bedava..
1) Milliyetçi kesimin çok değerli kültür adamı Nevzat Kösoğlu vefat etti, Allah rahmet eylesin. Cenazesine Cumhurbaşkanı, Başbakan, Devlet Bahçeli ve eski yeni MHP’liler katıldı.
Kocatepe Camii’nde bütün protokol cenazelerinde kavga çıkıyor, sebebi, musalla taşının önüne devlet erkanı bir sıra dizilir ve halk elli metre arkaya itilir, cenazeyle halk arasında tam elli metrelik ‘boşluk’.
Tabutla cenaze namazını kılmaya gelmiş halk arasında elli metrelik boşluk olur mu, ki, bu boşluk yüzlerce polis demir barikatlarla tutuluyor.
Cenazede yine bu elli metrelik mesafe için kavga çıktı. Bir MHP ileri geleni beni gördü, eliyle bir cenazenin yerini gösterdi önlerde, bir halkı gösterdi elli metre arkada, bir de ortada stadyum kadar boşluğu gösterdi ve ekledi: ‘Şimdi CHP’liler cenazeyle halkı elli metre ayırmış olsalardı, ekranlarında yüz yıl, işte bunlar halktan kopuk, ne gelenek bilirler ne halka saygı diye yaygarayı basmışlardı.’
2) Arjantin’in ‘Turko’ lakaplı eski devlet başkanı Carlos Menem’i hatırlama zamanı, Arjantin’e kan kusturdu, tek yaptığı istatistiklerle oynayıp enflasyon rakamını hep düşük göstermek, sonra akla ne geliyorsa elde ayakta ne var özelleştirme bahanesiyle satmak. Arkasına Amerika’yı aldı. Öyle bir güç oluşturdu ki Carlos Menem’in iktidardan düşebileceğine kimse inanamıyordu. Sonunda Kaçtı..
Kaçtığında Argantin’in devlet organizması çöktü, mahallelerde halk kendi aralarında komiteler kurarak günlük erzaklarını bir ‘komün’ gibi temin edip bölüştürerek hayata tutunmaya çalıştılar.
3) Köylüler değirmene taş arıyormuş. Sonunda kayalık tepelik bir yerde değirmenlik taş bulmuşlar. İyi de nasıl indireceğiz bu taşı.. İçlerinden biri ben dereye inip aşağıda bekleyeyim, siz yukardan taşı yuvarlayın, taş tam üstüme gelirken ben ‘hööö hühü deyip taşı ürkütür kaçırır düze indiririm’.
-Olur mu gardaş, valla olur.
Taşı yuvarlamışlar, taş derede akıl verenin tam üstüne düşmüş.. Kafası kopmuş..
Arkadaşlar yanına varmış, bakmışlar kafası yok..’Yav arkadaşlar bunun kafası var mıydı?’
Bir köylü, yav arkadaş kafası olmaz olur mu geçenlerde yoğurt yerken bıyıkları beyazdı, ben şahidim..
Diğer köylü, yav arkadaş, bunun kafası olsaydı değirmen taşını üstüne çağırıp höt zöt’le değirmen taşını ürküteceğine inanır mıydı?
Tayyip Bey’in şüphesiz kafası var, ekranda ben de görüyorum, ancak Cumhuriyet’in üstüne Anadolu’nun üstüne Ordu’nun üstüne hukuk’un üstüne yuvarladığı bu taş’tan höt zöt diyerek kendisinin kurtulacağını sanıyor.
4) Demokrasi paketi açıklanacak başta Hüseyin Çelik AKP’li sözcüler yandaş gazeteler cemaati ekranları canları sıkıldıkça Cumhuriyet’e sallıyorlar, başka da bir şey bildikleri yok.
Köylü kadın kuyunun başında kovasını oflaya puflaya çekiyor ancak gücü yetmiyor zorlanıyor.. Kovayı su doldurup çekemeyince de ‘Allah belanı versin Köroğlu’ diye beddua ediyor..
Olacak ya, Köroğlu tam yanında bitmiş.
Köylü kadına, ‘ana, Köroğlu netti sana, çocuğunu mu öldürdü, kocanı mı öldürdü, tarlanı mı talan etti, netti?’
Kadın: Yoo Köroğlu tarlamı talan etmedi çocuğumu öldürmedi..
Köroğlu: İyi de ana, bir kovayı çekemiyon gelip Köroğlu’na küfrediyon, o kovayı da gelip Köroğlu mu çeksin…
Onbir yıl uğramışlar, el altından tezgahlara girmişler, PKK’yla masaya oturmuşlar, PKK’lıları şahit gösterip askerlerini tutuklamışlar. Antakya’dan Diyarbakır’a onbinlerce casus cirit atarken kalkıp kendi askerlerini casus diye yakalamışlar. Yazacakları üç-dört madde. Onu da beceremeyip hala Cumhuriyet’e sallıyorlar.
Demokrasi paketini halk bilmiyor kim hazırladı bilmiyor, kimler elinize tutuşturdu o da bilinmiyor, onbir yıllık iktidarın medarı iftiharı yaptığınız da bu, şimdi dönün küfrettiğiniz Cumhuriyet’in ilk onbir yılına bir daha bakın. Üstelik savaş sonrası o yokluk ve perişanlık içinde.
5) Obama’nın Putin’in başını ağrıtan dünyanın en devasa sorunları aynı ağırlığıyla Hatay’lı bir vatandaşımızın da başını ağrıtıyor. Dünyanın sorunları Hatay’da Antep’te sıradan insanımızın da kişisel sorunları haline geldi.. Eğer insanlar işini gücünü bırakıp Rusya gibi Amerika gibi büyük dertlerin içine girmişse felaket başlıyor demektir..Dünya üstlerine yıkılmış demektir. Dünyanın derdi yurttaşlarımızın KİŞİSEL DERDİ haline geldi.
Kimyasal sorunu, El Kaide, kapıda bekleyen savaş, biten komşuluk sıfırlanan ticaret, akıl almaz mülteci sorunu, işte Amerika ve Rusya’nın altından kalkamadığı bu derdin aynısı tek tek Kilis’teki vatandaşımızın üstüne yıkıldı.
Bu dünyanın derdini El Kaidesini silahını pisliğini oraya çağırıp bu dünya vahşilerini vatandaşlarımızın üstüne kim saldı?
Düşünün Obama’nın masasındaki sorunla Antakya’da bir fırıncının acil sorunu aynı. Bu şu demek, insanlarımız işlerini güçlerini geçimlerini her şeylerini unutmuşlar, hayatları zınk diye durmuş, bir dünya savaşının ortasında Obama’nın Putin’in bir kararına kalmışlar.
6) Otuz yıl aralıksız türbanı konuşan bu toplumun sağlıklı tek bir yazarı siyasetçisi olduğuna inanmıyorum.. Türban tartışmak delice nevrotik takıntılı bir alışkanlık haline çoktan geldi.. Her alışkanlık ‘hafıza kaybına’ sebep olur. Mesela öğleyin döner yemek de milletimizin bir alışkanlığıdır ve milletimiz başka yemekleri unutur, hiç düşünmez öğleyi, çünkü döner var.. Siyasette de öyle ekonomi, üretim, katma değer, başka konuları düşünemezler çünkü hazırda tartışılacak ‘türban’ konusu var..
Dönüp bir liberal portresi çizelim, geçmişinde yazdığı on bin yazıyı masaya koyalım, dokuz bini dahi değil dokuzbin dokuzyüz’ü türbanla ilgili. Üstelik‘türban’ tartışmasını Cumhuriyet’e nefret üzerine inşa ettiler.
Her pis alışkanlık uyuşturucu gibidir, hafıza kaybına narkoz yemiş fareye dönersiniz. Türkiye otuz yıl türbanı tartışarak yazarı çizeri sağcısı solcusu narkoz yemiş farelere döndüler. Bir uyuşturucu müptelası gibi türban tartışması yüzünden cemaatçilerin, liberallerin, AKP’lilerin beyinleri çok hasarlıdır.
Sen otuz yıl dünyayı görme, hep aynı şeyi tekrar et, bunu niçin söylüyorum, türban serbestisi gelse de yandaşların beyni bu ‘krizden’çıkamaz. Türban düzenlemesiyle bu sorundan kurtulamazlar, asıl şöyle bir yasa çıkartmalı, şırıngayla bu tartışmaya katılmış yandaşlar liberallerin beyinlerinden fazla kirli irinli suyu cerrahlarca alınmalı.. Gerçi şırıngayla kirli su alınsa geriye beyin de kalmaz, beyin dedikleri yeri tek başına ‘türban’ dolduruyordu, şimdi o beyindeki o boşluk bunları yer bitirir kudurtur.
7) Tayyip Bey yıllarca beklenen Demokrasi Paketi konuşmasının ilk bir saatini CHP’ye küfretmekle ikinci yarısını da kendilerine ve bu paketi hazırlayanlara dua ederek geçirdi.
Sadece kendi dua etmedi, hepimizin de pakete dua etmemizi istedi.
İyi de bu paketi kim hazırladı bilmiyoruz, kimler hazırladı yine bilmiyoruz, ama hepimizden dua etmemizi istiyorsunuz.
Birgün mahalle camisine güngörmüş bir hoca gelmiş.. Hoca ne zaman namaz kıldırsa, namazın sonunda ‘essalamünaleykümverahmetullah’der demez cemaat duaya tespihe durmadan hemen camiden kaçıyormuş.
Hoca düşünmüş, yahu cemaat duaya tespihe kalmıyor hemen kaçıyor, ne yapmalı.
Sonunda dua ve tespihi namazın başında yapmaya karar vermiş.
Cemaat namaz için saf olur olmaz hoca namaza değil duaya başlamış, ‘bu kıldığımız namaz geçmişlerimizin…’ der demez cemaatten biri:
-Hocam daha namazı kılmadık bu neyin duası?
Cematten bir başkası hocaya bu soruya sorana bir omuz atıp: Öyle deme, bunlar büyük hocalar, bunlar namazlarını ötelerde yukarlarda birileriyle kıldı bize de duası kaldı.
Tayyip Bey namazı yukarlarda birileriyle kıldı, duasını da bize bıraktı.
Oslo’da Apo’nun adamları Amerika’nın adamlarıyla Türkiye’nin cenaze namazını eda etmişler, halkımıza da bu namazın ‘hayırlara vesile olması’duası kalmış.
8) Hüseyin Çelik’in ekranda izlerken hep bu fıkrayı hatırlarım.. Yörüğe sormuşlar kimlerdensin, -Cırpintinin oğluyam. Nerde konarsın, -bayırda, ne yersin, -çökelek..
Peki ne konuşursun, -vırtınan zırt.
Vırtınan zırt konuşup Türkiye’nin egemenliğini çarçur ediyorlar.
9) Hatırat okumaya pek hevesliyim, özellikle uzun süre yurtdışında bulunmuş insanların.. Mesela son otuz kırk yıldır cemaatin ve liberallerin yüzlerce adamı yazarı bürokratı yurtdışında ikamet edip oralarda çocuklarını okuttular.
Diyelim Kanada İngiltere’de bir çoklarının çocukları o ülkenin mekteplerinde okudular.
Bu insanların hiçbirinden şöyle bir şikayet hiç duymadım: Yahu çocuğumuzu Kanada’da mektebe gönderdik, her sabah ‘Tanrı Kraliçeyi Korusun’ diye and içiriyorlar.
Siz duydunuz mu?
Yahu arkadaş şu İngiliz Milletler Topluluğu’nu da hiç anlamıyorum, siz Afrika kökenli Çin kökenli vs.çocuklara neden Tanrı Kraliçeyi Korusun andını içirirsiniz, Hüseyin Çelik’ten korkmaz mısınız?
Bu andlar egemenlik seremonisidir Hüseyin Çelik bey, bizden başka‘sorun’ olan ülke yoktur, sadece işgal günlerinde sorun olur, o da bir sorun olarak değil, bir talimat gelir ve ‘kaldırılır...’
10) Anadolu’da ne zaman konuşma yapsam AKP’lilerin suratlarının gardlarının düşmüş olduğunu görüyorum. Oysa eskiden ‘darbe darbe’ diye bir cevvallikleri vardı sormayın.. Ne oldu bu kitlelere sus pus oldular, şimdi çeneleri kilitli.
Bu insanları bu kadar mahcup bu kadar utanç içine kim soktu?
Konuşmaya başlar başlamaz ‘Suriye’de gavurları çağırıp niçin müslüman öldürüyorsunuz’ deyince tıss yok.
AKP’li seçmeni geçen on bir yıl boyunca ilk defa bu kadar içe kapanık sessiz çaresiz utanç içinde görüyorum. Suriye’de müslüman öldürdünüz denildiğinde her birinin suratı paslı bir tenekeye dönüşüyor.
Kardeşlerim, yalan dolan önce suratlarda biter.
11) Tayyip Bey’in paketleri hep kendi yandaşlarına açılıyor, reform onlar için özgürlükler onlar için.
Osmaniye Düziçi köylüleri yağmur duasına çıkıyor, bulut geliyor geliyor ama yukardaki tepelere Andırın’a yağıyor.
Bir daha duaya çıkıyorlar bir daha bulut geliyor bu sefer kesin yağacak diye umut ediyorlar nafile Düziçi’ne zırnık yağmayıp yine Andırın tepelerine sağanak boşalıyor.
Sonunda duaya çıkan Düziçili hoca dayanamamış.
Andırın’a doğru giden bulutları görünce bağırmış: Götür götür mübarek yine Andırın’a götür, sanki orucunu namazını sırf onlar gılıyo.
12) Dış Politika’nın tarifi nedir? Ülkenin bağımsızlığı bütünlüğünü korumak için her türlü dış tehdide karşı gerçekçi politikalar izlemek, adil sürekli barışın kurulması ve korunmasına yardımcı olmak, diye özetleriz.
Bu Dış Politika tarifi tam da dört dörtlük Davutoğlu’nun politikalarını(!) açıklıyor, Davutoğlu da dış tehdide karşı koyuyor, Davutoğlu da kalıcı barış için çaba sarfediyor(!)
Doğrusu, Suriye sınırında El-Kaide’nin devlet kurması bizim de hayrımızadır. Şimdi olur ya hükümetten düşerler nereye kaçacaklar?
Bağırlarını açmış El Kaide, yeni yuvaları olur. İslam şeriatını gönüllerince yaşarlar.
Üstelik içki içen yok, ne ala yer?
Üstelik ağaç mağaç da yok, ne dertsiz yer?
Üstelik mini etek giyen hiç yok, işte cennetül ala.
Ancak Türkiye’yi özler canları işkembe, paça çorbası çekerse onu bilmem.
‘Arnavut Ciğeri’ni?
Pek arayacaklarını sanmam.
Şuraya bakın akıl alır gibi değil neyin şakasını yapıyoruz, bu ciğer yiyen insanların vahşiliği bir yana bu ciğer yiyenlerin parası silahı bu halkın vergilerinden gidiyor, konuştuğumuz şey’e bakın.
13) Hala dilimizdedir, ‘deve ettiler’ deyişi. Çocukken ilkokul kantininde bugünkü gibi gofretler değil, kuru üzüm, kuş lokumu, pestil, ceviz, leblebi, akide şekeri olurdu.
Okula yeni başlayan saf çocukları üst sınıflardaki öğrenciler kandırmak için büfe önüne gelir, çocuğa, şu pestilinden bir parça ver ondan deve yapayım, derdi.
Çocuğu kandırır elinden lokumunu cevizini alırdı, çocuk da safça nasıl deve oluyormuş diye bön bön kanardı, pestili ağzına atar döndürür çevirir saf çocuk boşuna bekliyor, tabii ki ağzına atıp afiyetle yutardı.
Dilimizde ‘deve yaptılar’ deyimi buradan gelme.
11 Yıldır Bülent Arınçlar, Hüseyin Çelikler, ekranlara çıkıp ovaları dağları yaylaları suları elektriği hepsini ağızlarında çarçur edip DEVE ETTİLER
Asıl güzel deyim: Konya Külahı Giydirdiler, deriz, eskiden Mevlana müzesi önünde Mevlevi külahı satan satıcılar külahı güya denemek için müşterinin başına koyar, bu sırada müşteri eliyle başında külahı oturtmaya çalışınca satıcı belinden müşterinin parasını yürütür.
Buna halk arasında Konya Külahı Giydirdiler, yani Allah’tır dindir Mevlana’dır deyip halkın cebinden parasını yürüttüler..
Yani bu iktidarı halkımız 11 senedir tanımıyor, bin yıldır bunlar bu topraklarda, Deve Ediyor, Konya Külahı Giydiriyor.
14) Tayyip Bey demokrasi paketini açıklarken ekranda söyledim, Obama’yla Amerika’yla bir tezgah kurmuşlar, her taraftan pis kokular, iyi de bu naneyi düşünmeden nasıl yerler diye?
Birgün Selçuklu Sultanı, kapıcısına tenbih etmiş, al şu sığır pisliğini, vezirlerim gelirse, bu sığır pisliğinden yiyecekler, yemeyeni içeri alma. AKP bu pisliği yemeyecek olsaydı Obama onu iktidara taşır mıydı?
Başvezir gelmiş, kapıcı bu sığır pisliğini padişahın emridir yiyeceksin yoksa içeri giremezsin diye dayamış, başvezir çaresiz tadına bakıp içeri girmiş.
İkinci vezir gelmiş, kapıcı sığır pisliğini dayamış, vezir, dur bir düşüneyim,  kapıcı, olur mu padişahın emri, deyince, vezir, yemeden önce düşünmem lazım, demiş.
Kapıcı, iyi de başvezir yedi şu anda huzurda oturuyor.
İkinci vezir, başvezir şimdi içerde niye düşünmeden yedim diye kara kara düşünüyor demiş.
Fıkralar bile sığır pisliği yiyenlerin kara kara düşündüğünü söylüyor, bizimkileri sormayın, pek afiyeti şeker içindeler.
15) Ülkemiz dünya ötesi bir alt gezegen’de bilinmeyen bir tarih zaman boşluğunda yaşadığının farkında değil.
Dünyalılar’ın hukuk’unu bilim’ini spor’unu henüz çakızlamış hiç değil. Bir yandaşlar yalakalar gezegeni.. Eleştiren keşfeden adını koyan kendine güvenen insanlar hiç yok.
Bir de ‘dünyayı değiştireceğiz’ yazıları yok mu? Hangi dünyayı değiştireceksiniz?
Dünyayı değiştirdiğiniz doğru, bilim, spor, hukuk’un hiç olmadığı bir dünyayı buldunuz işte. Spor’u dopingde dünya rekorları kırıyor, hukuk, en büyük mahkemesiyle belge şahit kanıt aramadan karar açıklıyor.
Yeter ki karınları doysun, dünyanın can’ı cehenneme.. Martın Luther’in ‘bir hayalim var’ ünlü sözü ülkemizde ‘bir kabusumuz var’a çoktan döndü..
Hüseyin Çelik’in, Cemil Çiçek’in, Suat Kılıç’ın, Bülent Arınç’ın, Şamil Tayyar’ın vesairesinin bu üç günlük dünyada yüzünü bir kez görmüş bir insan evladından şu gezegene şu insanlık ailesine bir hayır gelir mi?
Bu insanların suratlarını konuşmalarını bir kez izlemiş insan bir daha iflah olabilir mi?
16) Bayram gelmiş.. Bundan kırk yıl öncesine gidelim. İnsanlar birbirlerinin odunlarını kırardı, birbirlerinin suyunu taşırdı, birbirlerinin yemeklerini dahi yapardı ve bunlar ‘normal, sıradan hayatın ta kendisiydi’
Şimdi aynı işi ancak ‘profesyonel hayırsever örgütleri’ yapıyor, bütçeli, dernekli, toplantılı, kongreli örgütler, ‘en basit yardımlaşma’ işini ÇOK BÜYÜK VE ELZEM bir insanlık görevini KUTSAYARAK yapmaya çalışıyor.
Ve insan nereye gittiğimizi soramayacak kadar TELAŞ içinde.
Bu yüzden hergün deniz kenarında deryalara bakıyor ama hala başka CENNET arıyor.
17) Hatırlayın, BDP’li vekillerin Sinop’tan başlayarak Karadeniz çıkartmasını. Halkın galeyanı ve protestolarıyla karşılandı. O günlerde şu soruyu sorduk, bayram değil seyran değil, hiç gereği yeri yokken bu vekiller neden Karadeniz çıkartması yaptı ve galeyanlara linç girişimlerine sebep oldular.
Şöyle yazdık, muhtemeldir ki burada bir ‘sosyal ölçüm’ yapmaya çalışıyorlar. Karadeniz halkının öfkesini kabartıp dalga boylarını ölçmek, diye yazdık.
Demokrasi paketinin derinliklerinde gizlenmiş herşey ortaya çıktı, demek o günlerden çalışmaya başlamışlar, bir nefret suçu komitesi kurmuşlar, bu komiteye not ettirmek için oralara gitmişler ve işte ‘Kürt düşmanları, bizi linç ediyorlar’ deyip kayıtlara düşürmek için, bir sinsi çalışma yapmışlar.
İyi de niçin Karadenizliler Kürt düşmanı olsunlar, onların protestosu ve galeyanı Terör örgütüne.. Hepimiz bugün terör örgütünün eylemlerine karşı galeyan içindeyiz. Bu sinsi gizli tezgah ve tertiplerle ‘toplumun mayasıyla’ oynuyorlar. Şunu pekiştirmek ve Avrupalılar’a karşı altını çizmek için, Türkiye toplumunda büyük bir ‘Kürt düşmanlığı’ var, ya da‘ırkçılık’ güdüsü var.
Medeniyet bir insanlık sanatı’dır, gelin görün ki ‘kıl yığını yaratıklar’ PKK terör örgütünün saçma sapan taleplerini andlaşma metinlerine yazabilmek için önce ‘Kürt Düşmanlığı’ diye bir şeyi yani ırkçı bir canavarlığı ortalığa çıkarmaları lazımdı, bunun için de Sinoplarda Samsunlar’da günlerce filmler çektiler.
Bir memlekete insanlığa BU KADAR KÖTÜLÜK olur mu?
18) Bir Anadolu deyişidir, ‘yarab Türkmen’i niçin yarattın?’, ‘dağlar ıssız kalmasın diye’ demiş.
Bu deyiş doğrulanıyor, Türkiye’nin Orta Anadolu ve Ege’de ve Toroslar’daki Türk köylüsü Türk alevisi dışında ‘gücü kalmadı’...
Askeri, medyası, yazarları, kurumları bir bir elden çıktı...
Anadolu, tarihinin en büyük istilası işgal tehdidi altında.
Türkmen köylüsü Türkmen alevisi sandıkta uyandı uyandı, uyanmadı, dağlar ıssız ve boş, Anadolu’nun baştan sona bin yıllık ruhu iklimi ve kültürü andlaşma masalarında yaka paça çıkartılıyor.
Anadolu’ya sert İslamcı iktidarın dayatmaları ve Suriye topraklarındaki El Kaide’yle yavaş yavaş başka bir kılık giydiriliyor, perde perde karanlık Anadolu’yu tekrar Cumhuriyet öncesi Çalıkuşu günlerine döndürüyor.
19) Türkiye’de bir ‘darbe’ bir de ‘ihtilal’ oldu, nasıl olmuşsa kimsecikler duymadı.. Darbe, meclise bütçe görüşmelerinde Sayıştay denetiminin getirilmemesiyle oldu.. Bu darbe üzerine bir infial bir küçük serzeniş dahi göremedik.
9 Ekim günü ise gelmiş geçmiş Türkiye tarihinin en büyük ‘ihtilalı’ oldu. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’den daha sert daha büyük..
Niçin kimsecikler ülkelerinde ‘ihtilal’ olduğunu göremediler. Duymadılar mı?
Gerçek ‘ihtilal’ler böyle olur, zınk diye bütün çıkışları tutarlar, kimse‘gık’ını çıkartamaz. Ekran tutulmuş gazeteler tutulmuş, üniversiteler tutulmuş, yani 11 yılda ülkenin giriş-çıkışlar’ı tam anlamıyla polis yargı vergi gözdağı denetimi alınmış, kim nerde nasıl çıkartacak sesini.
Şimdi size sürpriz bir hatırlatma, 28 Şubat, bence de bir ‘darbeydi’ ve o günlere gidip bakın, tıpkı bugünkü gibi tek bir gazete dergi İslamcısı liberali olup bitenlerin adını koyacak cesarette değildi, herkes ‘sus-pus’olmuştu, herkes kaçışma ve gizlenme ve ancak kulaktan kulağa konuşabiliyordu.
Yargıtay’ın delil kanıt şahit yani hukuk için ‘delil’ kıstaslarının hiçbirine bir an için olsun hiç bakmadan ‘karar vermesi’ bir hukuk ihtilalidir.
27 Mayıs bir siyasi partiyi, 9 Ekim ihtilalı ise Ordu’yu tasfiye etmiştir. Toprak, bayrak ve ordu, üçü aynı beden aynı şey’dir.
11 yıllık hesapları buydu, işgali tasfiyeyi ‘hukuk’ kılıfına uydurmak, Yargıtay bu kılıfı uyduramadı, kendini öldürdü.
Bu ‘ihtilalı’ duyuracak kimse kalmadı mı diyeceksiniz?  Erbakan’ın‘ekranda lehimize konuşacak tek kişi bulamadık’ lafını hiç unutmam,  28 Şubat’ta herkes sus-pus olmuşken ben de Leman Dergisi’nde  çıldırmış gibi çok sert bir yazı yazmıştım, yazılarım kitap olurken yayıncım dahi korkup yayınlayamadı, bugünün aligıranbaşkesen yandaşlarının dahi yayınlayabileceklerini sanmıyorum, çok sonra hesaplar dönüp iktidarlar değişince ucundan kıyısından insanlar yavaş yavaş 28 Şubat’ı seslendirmeye başladı.
Yani 9 Ekim gününün  bir ihtilal olduğunu hesaplar iktidarlar yıllar içinde dönüşürse ey millet ancak size o zaman usul usul yavaş yavaş ‘haber’edecekler.
Soralım, sert ve gaddar ve hain bir ihtilalı neresinden tanırsınız?
Acımasız SESSİZLİĞİNDEN!
Yazarların özel hayatlarında gizli aşkları olabilir, ancak yazarlar için‘gerçek’ gizli saklanılan bir aşk değildir.
Yazarlığınız bir yücelik kazansın istiyorsanız işte bugün konuşacaksınız, değilse, imasını dahi etmekten korktuğunuz konulara girip insanlığı rezil etmeyin.
20) İyilik bir insanlık sanatıdır, hukuk uygarlık sanatı.. Hukuk yoksa hem uygarlığınız hem de ‘meşruluğunuz’ olamaz. Hukuk’u parti çıkarlarına cemaatinize peşkeş çekemezsiniz.
Ancak ‘yetmez ama evet’le hukuk kurumlarının cemaat tarafından işgal edildiğine şahit olduk.
O günler ihtilalin hazırlığı ayak sesleriydi.
Cemaat ve AKP iktidar olur olmaz her konuşmaları ‘hukuk’ etrafında her tartışmaları ‘yargı’ kurumlarını kafeslemek üzerineydi, başardılar.
Cemaatin ilk günlerden beri neden ‘yargıya’ sulandığını artık çok geç iş işten geçtikten sonra anlamayan kalmadı. İmarı bütçesi belediyesi yök’üymüş üniversite seçme merkezleriymiş her şeyi zaten ele geçirmişlerdi.
Hepsinin lezzeti tadı ayrıydı, doymak bilmiyorlardı, ancak yargının güzelliği bir başka.
Ağanın beş karısı varmış. Ancak ağa hep birinci karısının etrafında dönüp duruyormuş. Ağa’ya sormuşlar, Ağa, dört karın daha var ama sen hep bir tanesinin .ötünden hiç ayrılmıyorsun.
Ağa: ‘hee vallah, o karıyı kendime almışam.’
Cemaat yargıyı şeyhlerine birinci karı diye almış.
Hukuk’u cemaat icat etmedi, cemaatlerin insanlık hukuk’una kültürüne bir hayrını gören var mı?
Tanıdınız cemaat heyülasını vazifeleri insanlığı bir arada tutan bu en değerli en vazgeçilmez kurumları pisletmek.
Cemaatlere ‘bir sivil toplum örgütüdür’ ‘hoşgörülmelidir’ diye ön açan güya sosyolog, siyaset bilimci o yazarları, ekranlarda otuz yıldır yaptıkları bu ön açıcı yol verici konuşmalarını bir daha hatırlayın.
İnsanlık canavarlarını ortaya salmakla bir de o günlerde bu yazarlar ‘deha’ ‘alim’ muamelesi görüyordu, basınımızdan.
Yatacak mezarları tükürülecek suratları kaldı mı?
21) Tayyip Erdoğan’ın yemediği nane kaldı mı? Çarçur etmediği iliklerine kadar boşaltmadığı ne kaldı?
Oynayın rakamlarla bakalım. 11 yıllık Erdoğan iktidarı dış borçları doksan yılda gerçekleşenin üç katına çıkardı, özel sektör borçları, kişisel kredi borçları doksan yılın dört katı beş katı.
Ağızlarındaki tek lafı da batılılar bunlara çiğnesin diye öğretmiş: iyi de‘sürdürülebilir’.
Neyi sürdürüyorsunuz, PKK ve Batılılar istedi diye ordunuzu bayrağınızı tasfiye ediyorsunuz, neyi sürdürüyorsunuz.
‘Sürdüremediğiniz için’ ülkenizin haritasını bayrağını milli geleneklerini masaya koymuşsunuz.
Bir de ‘analar ağlamasın’ edebiyatı yaptılar, bu analar ağlamasın edebiyatı da projenin bir parçası, ne oldu, PKK tarihinin en güçlü konumuna geçti, eksik gedik tamamladı, dünden daha kuvvetli büyük savaşını bekliyor.
Şu analar ağlamasın edebiyatının ekranlarda bolca sıkıldığı günleri hatırlayın.
Ağa’nın yaşı gelmiş yetmişe, eski höt zöt günleri geride kalmış, durulmuş mülayimleşmiş sakin bir adam olmuş.
Bu Ağa’nın işte tarlasına girip yağma etmişler. Ağa’ya gelip, ağa senin tarlayı talan ettiler her bir şeyini yaktılar yıktılar.
Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim eşekler tarlayı talan etti.
Gün geçmiş, ağanın evine girip soymuşlar, her tarafı kırmışlar.
Ağa’ya gelmişler, ağa senin evin her dolabını soyup kaçmışlar.
Ağa: ne edek adam mı öldürek farzedem ki benim itler evi dağıtmış soymuştur.
Gün gelmiş ağanın gelinini yolda taciz edip laf atmışlar.
Ağa’ya gelip, Ağa senin namusuna gelinine göz koymuşlar yolda gelinine arkadan mıncık atmışlar (elle taciz).
Ağa: Ne edek adam mı öldürek sayaram kendi hovardalığıma.
PKK gözler önünde köylerden asker toplar, dünden daha büyük savaş taburları kurar, ne edek adam mı öldürek sayarak Tayyip Erdoğan’ın hovardalığına.
Bütçeyi, imarları, özelleştirmeleri, HES’leri, yaylaları hepsini Tayyip Erdoğan’ın hovardalığına sayalım, da.
Ancak toprak, harita, bayrak, ordu, bunlar hovardalık uğruna harcanabilir mi?
Şerefsizlik diz boyu değil işbirlikçilikten şehvet duyan bir siyasi iklim içindeyiz!
22) Taha Akyol’un 9 Ekim Yargıtay kararları sonrası Yargıtay kararını onaylayan yazısı on yıllar boyunca işte bu karanlık dönemi hatırlatmak için en rezil örnekler içinde çokça kullanılacağına benziyor. 
Palavracı bir Maraşlı, Adana’ya gelmiş, yüksek binalara hayretle bakıyormuş. Hayrola Adana’nın büyük binaları görünce çok mu şaşırdın demişler.
Maraşlı, siz bunlara büyük mü dersiniz, benim Maraş’ta yaptığım binanın en üst katından elimden keser düştü, o keser hala yere düşmedi.
Taha Akyol’un o yazısı vıcık vıcık hukuk’u dahi akrabamdır yakınımdır öyleyse Yargıtay kararı iyidir yazısı onlar yıllar boyu palavradan inşa ettikleri gökdelenlerden düşmeye devam edecek.
Taha Akyol’un konuşlandığı yeri şu hikayeyle dahi iyi anlatırız.
Padişahın avanak bir oğlu varmış, geri zekalı.. Bu şehzade çok cahil yarın padişah olursa işimiz nicolur deyip bir tedbir almışlar. Avanak şehzadeyi bir akşam alimler meclisine sokmaya karar vermişler. Alimler konuşurken dinler düşünür öğrenir, alimlerden feyz kapar, demişler.
Alimler meclisi felsefe sanat konuşurken avanak şehzade lafın ortasında çok gereksiz ve çok saçma bir laf söyler: Bir ok attım kebap oldu..
Padişahın dalkavuk’u bir alim bu utanç verici cahillik karşısında şaşırır ve bu saçma sapan sözü toparlamaya çalışır, üstadlar, şehzademiz bu sözle, bir ok atmış, tavşanı vurmuş, ve tavşanın etini kebap edip yediğini anlatmaya çalışıyor.
Vaziyet biraz kurtarılmışa benziyor, alimler tekrar ilmi sohbetlerine devam etmişler. Bir müddet sonra avanak şehzade yine ortaya saçma sapan bir söz atar: Bir ok attım sütlaç oldu.
Padişahın dalkavuğu, içinden eyvah bu sözü nasıl toparlayacağız, demiş.. Ve kendince bu anlamsız sözleri bir şeylere uydurmaya‘anlamlandırmaya’ çalışmış.
Üstadlar, şehzademiz burada bir ok atmış, dişi bir keçiyi vurmuş, keçinin sütüyle sütlaç yaptım, demek istiyor.
Diğer alim ortaya atılmış, olmaz, demiş, ölmüş keçinin sütü murdardır içilmez. Derken alimler ölmüş keçinin sütü helal mi haram mı diye başka bir boş tartışmanın içine düşmüş.
Nerdeyse alimler bu sözü toparlamak için birbirini öldürecek.
Derken, bir kenarda olup biteni sessizce izleyen başka gün görmüş bir alim, ‘efendiler, siz daha süt bahsinde anlaşamadınız, daha bunun pirinci var şekeri var.’
Fıkramız bu, en iyisi biz Taha Akyol’u avanak şehzadelerle dalkavukların meclisinde yapayalnız bırakalım, pirinci şekeri hiç sorup, güzelim kafasına bir zahmet zorluk yaşatmayalım.
23) Narkozlu fareler otuz yıldır aynı nevroz içinde aynı bahsi tartışır, türban, dekolte, mini etek.. Bu tartışmanın ara sokakları da var, ayakta mı işeyelim oturarak mı işeyelim. Malum Bedeviler sıcaktan korunmak için geleneksel olarak uzun etek giyer. Uzun etek giyin ve ayakta işeyin bakalım, mümkün değil karpuz ortada, uzun etek giyiyorsanız oturarak işeyeceksiniz.
Bu antropolojik sosyolojik gerçeğe rağmen her gün değilse de hemen her hafta yandaş basınımızda mutlaka bir kez oturarak işemenin cennetül ala faydalarına dair makalaler bulmak mümkün.
Hayır, sözü cumhurbaşkanımıza getirmek istiyorum, müslüman cumhurbaşkanı olduğuna göre. Cumhurbaşkanımızı ikna için önce fikrimizi biraz daha güçlendirmeliyiz, şimdi oturarak işerseniz malum kemeri çözecek pantolonu indireceksiniz, ki, birkaç saniye vakit alır, oysa etek olsa, hemen çek otur, bir şey demem.
Yani etek zamandan kazanır. Tabii oturarak işemek bir memleket meselesi haline getirildiği için meseleye ‘iktisadi’ bakmamız şart, cumhurbaşkanımızın aldığı maaşı ve köşk’e yapılan masrafları dakikalara böldüğümüz zaman, oturarak işemekle ayakta işemek arasında bir günde üç defa işese ayda doksan defa işemiş olur ve bir işeme on liraya mal olursa, ooo bu iş bu yazının boyutunu aşıyor, Bütçe Görüşmeleri’nde bu bahsin mutlaka ele alınması gerekiyor.
Bütçe görüşmelerinde saniye dakika hesapları tartışıldığında şimdi aklıma geldi, Muharrem İnce’nin kürsüden söyleyeceklerini kestirebiliyorum:‘Oooo sayın cumhurbaşkanımız diyalize bağlansanız daha ucuza gelir.’
24) Narkozlu fareler otuz yıldır türbanı tartışırken mutlaka söz bir yerinden plajlara gelir.. Çoğu kez şöyle gelir: Biz plajlara karışıyor muyuz?
İşte bu söz bile ‘karışmaktır’, çünkü çağrıştırır çünkü plajı da ‘ahlak’terazisine koymuş olurlar..
Üstelik bu arada ‘kadın güzelliğini’ tartışan hiç yok.
Voleybol ve basketbol ortaokulda ihmal edildiği için ortalıkta bir elli boylarında milyonlarca ecük cücük kız geziniyor.
Bir kadın nasıl yürür, bir uygarlık sanatıdır, düzgün hatlara nasıl sahip olur, çok ciddi bir medeniyet sorunudur.
Fransız ihtilalinden bir otuz kırk yıl sonra Fransızlar işte bu soruları sormaya başladı, biz Avrupalılar bilimde ileriyiz ama Paris sokakları eğri büğrü çarpık kambur cüce insanlarla dolu.. Oysa medeniyetin girmediği Tahiti’de kızlar boylu endamlı üstelik güleç sağlıklı gürbüz.
Şunu sordular, biz doğadan aldığımız bedeni bozuyor muyuz?
Bozuyoruz...
Aynı soruyu otuz yıllık türban tartışmasında bizler bir defa soramadık, bizler doğadan aldığımız bedenleri bozuyor muyuz? Gelin AKP’ye kitleler halinde oy veren semtlere, bu insanlar bizim halkımız, bizim annemiz kardeşimiz, gelin görün ki, insan isyan ediyor: bu mamülleri kim üretti?
İnsanların sağlığıyla kimse ilgilenmemiş, fiziksel görüntüsünü kimse dert etmemiş, varsa yoksa ‘türban’ taktı mı takmadı mı, işte bu yüzden hacı amcalar artık Mekke’ye değil, Moldovya’ya koşuyor.
25) Hızla bahsi değiştirelim. PKK bunca yıldır ‘gerilla’ savaşının avantajlarını yaşadı.. Şimdi sıra gerilla savaşının dezavantajlarına geldi.
Gerilla düzenli ordular karşısında şanslıdır, çünkü vur-kaç taktiğiyle savaşır, vur-kaç taktiğine karşı düzenli orduların başarıları çok düşüktür.
Ancak sıra andlaşma masasına geldiğinde yani ‘harita’ konuşulmaya başlandığında bu vur-kaç taktiğinin dezavantajları sırıtmaya başlar, şöyle:
Mesela tarih içinde İrlandalılar İskoçyalılar İngilizler’e karşı ordu kurarak savaştı. Bu şu demek, bir, ordu, demek, ordu, aynı zamanda ‘cephe’demek, cephe demek ‘hat’ oluşturdu, demektir.
Mesela Kürtler tarih içinde ‘ordu’ oluşturamadı, ‘cephe’ kuramadı yani‘hat’ oluşturamadı, yani, masada ‘harita’ konuşulurken, cepheden hat’tan yani belli-belirsiz sınırlardan konuşmanız şarttır.
İşte gerillanın dezavantajı budur, ‘hat’ ‘sınır’ oluşturamaz.. Onbinlerce yıl Anadolu toprakları nüfusu birbirinin içine soktu, ekti, kaynaştırdı.. Diyelim Karadeniz, Çepnisi, Gürcüsü, Kıpçak’ı, köy köy kasaba kasaba karıştı. Suyun ötesi diyerek, nüfus yoğunluğunu göstererek ‘cephe’ yani ‘hat’yani teğelleme bir sınır oluşturamazsınız.
Şimdi size bir soru, otuz yıldır ekranlarda sabahlara kadar konuştunuz, mesela, yandaş ve etnik milliyetçi sözcüler lafı hep ‘bölünelim gitsin’e getirdi ve toplumda ‘bölünelim’ kanaatini derinleştirdiler.
Bölünelim, cümlesinin en hayati tarafı ‘sınır’dır, sınır hat cephe nasıl oluşur? Tarih boyu ordu kurmamış seninle aynı ordu olmuş, tarih boyu cephe kurmamış seninle aynı cephe olmuş, seninle aynı ‘hat’ da yan yana savaşmış insanları, şimdi hangi ‘sınırlar’ içinde böleceksin, sorusunu, bir kez olsun, bu milyonlarca kez tartışma programında bir kez seslendirildiğine şahit oldunuz mu?
Bu faslı niye açtım, şundan, Suriye’nin güneyinde, Rojaya denilen bölgeye karşı Türk Devleti’nin El Kaide’nin vekaletiyle büyük bir savaş başlatmak üzere, muhtemelen yerel seçim sonrası.. Burada andlaşma masasında oturmuşken orada Kürtler’le niçin savaşıyorsun sorusu ortada kalmıyor mu? İşte Türkiye Cumhuriyeti, Rojaya bölgesinde Kürtler’in gerilla savaşından ordulaşma sürecine gireceğini görmeye başladı.. Rojaya’da ordulaşan PKK, eskisi gibi vur-kaç değil bayağı cephe açacak bayağı Türkiye kara suları içine doğru derin bir ‘hat’ oluşturacak.
Neymiş? Analar ağlamasın denilen silahları bırakalım andlaşması, PKK’nın ‘ordulaşmasına’ doğru gözlerinizin önünde evrildi, çıta yükseldi ve AKP iktidarı şimdi Rojaya bölgesinde büyük amansız bir SAVAŞ’a hazırlanıyor, ki, artık karşılarında vur-kaç taktiğiyle varlık gösteren PKK, değil, kendileri gibi DÜZENLİ BİR ORDU, gördükleri için.
Bu ülkede liberallerden öğrendiğim bir şey var, otuz yıl, aynı üç cümleyi, yüz bin kez tekrar et. Uzun zamandır bu tekrarı ben de yapmaya karar verdim, bugün iddia ettikleri anadilimiz Kürtçe ise Selçuklu’nun mirasıdır. Selçuklular’ın resmi dili Farsçaydı, Selçuklu yıkıldı, Türkmenler Selçuklu sarayını bastı, sarayda Türkçe’den anlayan yoktu, isyancı Türkmenler divan kurduğunda Türkçe’den anlayan tercümanlar getirildi, bu dili Selçuklular dört asır kullandı, Türkçe’yi ise yüzyıldır ancak, o da ne kadarını kullanıyoruz? Yani başka tür bir ulus’ inşa etmek için kullandıkları dil, bu toprakların bu kültürün özbeöz dilidir, Türkler bir çok imparatorluk kurdu, imparatorlukları bir zaman Farsçayı bir zaman ağırlıklı olarak Arapçayı bir zaman ağırlıklı olarak Türkçeyi kullandı.Bugün Kürtçe konuşan bir Kürt delikanlısı Osmanlı’nın büyük şairi Şeyh Galib’in mısralarını benden daha iyi anlar.
26) İlkokulda öğretilen resmi Türkçe dilbilgisinde işaret zamirlerimiz eksik, işaret zamirlerimiz: o, bu, şu..
O’ya bu’ya karışmam, ama ‘şu’ çok eksik, çünkü dilimizde halen yaşayan üç ayrı ‘şu’ var. ‘Şu’ derken daha yakın bir yeri işaret ederiz, oysa konuşma dilinde bir de ‘şo’ var, ‘şo’ derken, daha uzağı daha ötesini işaret ederiz.
Yetmedi, bir de konuşma dilimizden yazı dilimize girmekte yine zorlanan bir de ‘tee’ sorunumuz var, ‘tee’ ‘taa’ derken çok daha uzaklara işaret ederiz.. ‘Tee’ ‘ooo taa neresi’ çok çok uzak anlamında..  ‘Ötesi’ ‘Orası’ gibi iki üç heceli sözcüklerle konuşma dilinde ikame edemeyiz, Türkçe at üstünde kurulmuş ok gibi hızlı bir dildir, at, vur, kır, çık, in, ver, gel, git, nerdeyse hepsi tek heceli. Sanırım ‘şo’ ve ‘tee’ (‘taa’) şive özelliği sayılıp yazı diline geçirilmesinde yazarlarımız tarafından ihmal edilmiş..Velhasıl sözlü edebiyatımızda çok yaygın kullanılan ‘şo’ ve ‘tee’ (taa) işaret zamirleri yazı dilimize girmekte hala çok zorlanıyor beğenip yazısında kullanan çıkmıyor, hiç bahsi açılacağı yok, arada bu vahim konuşma dili-yazı dili sorunsalına da parmak basayım, dedim.
27) Bugünlerde Cem Uzan’la ilgili konuşmalar tartışmalar çoğaldı, benim de küçük bir anım var, bildiğiniz o meşhur hikayelerimi yazdığım dönemler elde yok ayakta yok, sokakta işporta yaparak geçiniyorum, Star Gazetesi yayına hazırlanıyor, halen merkez medyada yazarlığını sürdüren genel yayın yönetmeni Gaziosmanpaşa Arjantin caddede bir kahvede benimle görüşme yaparak bana da yazarlık teklif etti, ben teklifi baştan kabul etmedim, ama verecekleri parayı da merak etmedim değil, teklifin arasında da şu cümleler var, ‘rüyanda göremeyeceğin kadar para’, ben de rüyamda göremeyeceğim rakam üçyüzbin dolar, beşyüz bin dolar, nedir, belki ilerde çocuklarıma anlatırım, oğlum bakın bana şu kadar para teklif ettiler, merkez medyada yazmak için, ama ben yazılarıma karışılır diye kabul etmedim, bu cümleleri aynen kullandım.. İşte şimdi bahsi açıldı, kahve muhabbeti değil, dünyaları koydular önüme, YAZMADIM... Ama şimdi ODA TV’deyiz, değil beş kuruş önüme koymak, bir kez olsun parayı, bir kez olsun hiç ama hiç para konuşmadan yazıyoruz, ama DÜNYALARI, ÖZGÜRCE yazıyoruz.
28) Necip Hablemitoğlu’nu kim öldürdüyse polis şefi Behçet Oktay’ı aynı güçler öldürdü, Hablemitoğlu’nu Behçet Oktay’ı kim öldürdüyse Hrant’ı, rahipleri aynı güçler öldürdü.
Yukarda bu tek cümle için Türkiye’de bir kütüphane dolusu kitap yazıldı. Ancak ekrana çıkan hiç kimse hepsini ‘aynı güçler’ öldürdü diyecek cesareti kendinde bulamıyor.
Bu insanları Türkiye’yi uçurumdan atanlar öldürdü..
Bu cinayetlerin hiç birinde ‘zırnık’ iz, zanlı, bulunamadı ya da bulundu da‘yol alınamadı’.
Bir Ahmet Hakan Coşkun tarzıyla soralım:
Ey millet, Hablemitoğlu cinayetine bakıp o Türkçüydü, deme, Hrant’a bakıp, o Ermeni’ydi deme, Behçet Oktay’a bakıp o polis’ti deme, rahiplere bakıp onlar misyonerdi, deme.
Nihat Genç tarzıyla bitirelim:
‘Yargıtay’ın ele geçirilmesi birileri için çok uzun bir yoldu ve hiç de kolay olmadı’
29)Başımın etini yiyen genç yazar adayları, vaktiniz kalırsa aşağıdaki metinleri bir zahmet okuyun, hayırlı olur.
Türkçe konuşma dilinde başa bela çok yorucu bir kelime var:‘dolayısıyla’Anadolu’da bu kelimeyi bulamazsınız, insanı yorar, lafı lüzumsuzca uzatır.
Ancak politikacılar bu kelimeyi çok sever, çünkü ‘dolayısıyla’ kelimesi onlar için konuşma içinde oturma dinlenme molası gibi ara bir durak işlevi görür, ‘dolayısıyla’ kelimesi onlar için birkaç saniyelik aklına bir şeyler getirmek için ‘es’ görevi görür. Seri konuşmanın tadını bozduğu için hiç kullanmam tavsiye de etmem, konuşmanın şiirini akışını bozar, önüme bir metin koyduğunuz zaman içinde buna benzer lüzumsuz kelimeler görürsem, metnin suratına bakmam.
30) Aslında Türkçe konuşma dilinde asıl devrim ‘-yorum’ eklerinde yapılmalı, ‘-yorum’ ekleri İstanbul şivesi, hikaye anlatımını hızlı konuşmayı çok yoruyor.
‘İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’ mısrasında ‘-yorum’ eki yorucudur, geli-yorum, gidi-yorum, hepsi yorucu. Bu –yorum’lar konuşurken ağız boşluğunda ceviz büyüklüğünde bir ‘o’ boşluğu, sanki ağzında ‘lokma’ varmış izlenimi yaratır..
Oysa Doğu şivesi, Karadeniz, İç Anadolu, Ege, hatta Azeri şivesi çok akıcı çok seridir, hiçbirinde bu –yorum’lar yoktur. Bu yorucu ‘-yorumlar’ın resmi zorunluluğu yüzünden koskoca Devlet Tiyatrosu ve koskoca Türk sineması adam gibi akıcı bir ‘hikaye’ anlatamadı desek, abartmayız.
Velhasıl ‘ –yorum’lu kelimeler hikaye anlatımına oturmuyor, eski metinlerin hiçbirinde yoktur. Ne Karacaoğlan ne Nasreddin Hoca ne Hacivat-Karagöz metinleri ne Dede Korkut ne eski masal ve hikayelerimizde ne türkülerimizde ‘-yorum’ hiç yoktur, şairlerimizin de ‘-yorum’u hiç sevmediği, mısra işçiliğinde tek bir ‘-yorum’ ekini hiç ama hiç kullanmamak için yoğun çaba harcadıkları açıktır, bu ‘-yorum’ bahsini unutmayın bir cümle içinde iki tane ‘-yorum’lu kelime rezilliğin cehaletin ta kendisidir, boşuna yormayın beni..
'-yorum’ yüzyılımızın başında Türkçe’nin başına dert oldu, birileri İstanbul Türkçesine torpil yapıp öne çıkardı, bunun bir sebebi de çok basittir, edebiyatımızın başını çeken büyük kalemlerin İstanbullu olması ya da İstanbul’dan yazması, matbaaların İstanbul’da oluşuyla alakalı olmalı.
İşin aslı çok daha acıklı yorumlara da gebedir, ‘-yorum’lu sözcükler gayrimüslim Ermeni, Rum ve Yahudiler’in Türkçe konuşma şivesine yakındır, yani, ‘-yorum’ların İstanbul’un mu yoksa  gayrimüslimlerin mi Türkçe şivesi olup olmadığı çok ciddi bir sorundur, ve bu vahim konunun üzerinde hiç durmayan insanların yazar olup hikayeler anlatması mümkün değildir.
‘-yorum’lu ‘İstanbul şivesi’ Anadolu’nun ortak dili olmasını hiç hak etmiyor, üzerinde çok da kafa yormadık, çünkü büyük hikayeler ve büyük anlatılar nasıl dile getirildi nasıl dile getirilir diye pek derdimiz olmadı, şiiri de zorluyor hikayeyi de zorluyor, Anadolu Türkçesi’nin ‘ortalaması’ hiç değildir.
Sıkı çok etkileyici metinleri dikkatli izleyin, yazı dilinde zaten ‘-yorum’ekleri kendilerine yer bulamıyor, yer bulanlar da kelimelerin tadını lezzetini bozuyor, bu ‘-yorum’u bol metinlere de zaten çoktan ‘gazete yazısı’demeye başladık bile, düz konuşuyor, tad vermiyor, onbeş kelimeyle konuşuyor diye suçlamalarımızın konusu oluyor.
Araba tekerleğinin şose yolda taş’ın üstünden hoplayıp zıplayıp atlaması gibi her cümle içinde birkaç ‘-yorum’. Ağız boşluğunda ceviz varmış gibi, ağzınızda Erzurum lokma tatlısı varmış gibi, ağız içinde kabarcık oluşturup ağzı büzmekle iyi Türkçe olmaz.
Kelimenin sonuna baloncuklar köpükler koyarak Türkçe hiç olmaz, olmadı. Şimdi bir deney yapın sizleri yerden yere vuran türkülerimizi bir daha dinleyin, ‘-yorum’suz edebiyatımızın gücü neymiş bir daha bakın.
Türkçe muhteşem güzellikle ve serilikte hikayeler anlatan türküler söyleyen bir dil’dir, yüzyıl önce İstanbul Türkçesi’yle yola devam kararı verenlere bir yüzyıl sonra bunca kullanım deneyim sonrası bir cevap vermemiz gerekiyor. –yorum’la olmuyor, şişirilmiş kelimelerle hikaye ve şiir cümleleri inşa etmenin zorluğu ortada.
Anadolu’nun geliy gidiy oturiy kalkiy kalkay bakiy bakay yapiy yapaygibi ‘-yorum’suz kısa kesen şivesi, hızlı anlatımın, ifadenin, duygunun renklerine tonuna tadına çok uygundur.
Kendine edebiyatçı diyen herkes ‘-yorum’ konusunda fikrini beyan etmeli, bu saatten sonra olacak şey değil demeyin yazıda değilse de konuşma dilinde hiç değilse hikaye anlatımında hiç kullanmayın.
Onlarca büyük yazardan eşsiz romanlar hikayeler okuyoruz ama yine de onbeş yaşında Urfalı kebapçı garson bir çocuğun sıradan günlük konuşmasının ‘dadından yenmediğini’ görüyor her defasında afallıyoruz.
Oysa bu garson çocuk ne yüksek edebiyatın ne söz sanatların farkında, ama ‘he baba’ ‘he gurban’ deyişi dahi ağzından çıkan her cümle mucizevi bir lezzet taşıyor..
İçinizde geniş kitlelere en çok hikayeler fıkralar anlatan Nihat Genç’in hikaye anlatma konusunda yaşadığı acı ama gerçek tecrübelerdir, ciddiye alın..
31) Ünlü ressamımız Bedri Rahmi İstanbul’da Anadolu’dan gelen vapurlara yanaşıp  yolcuların indirdikleri yüklerinin başında beklermiş.
Çünkü yük’lerin hepsi kilimlere sarılı, Bedri Rahmi’nin sevdası da işte bu kilim desenlerini hem tanımak hem tadına varmak.
Bugün bir Bayburt, Erzurum, Elazığ, Muş, Karadeniz, Antep, Adıyaman, Urfa vs. şivelerinin tadına doyamazsınız.  Bu insanların sıradan şeyleri anlatımları dahi kaymak gibidir.
Hayatımın onlarca yılını Ankara’da özellikle Hacıbayram çevresinde diyelim Elazığlılar’ın kahvesine diyelim Erzurumlular’ın kahvesine gittim, şaşırmayın, çalışmak için.
Sesleri tanımak anlatımlarını incelemek vurguları ünlemleri küfürleri incelemek. Kahvenin bir köşesinde oturmuş ‘not’ alır ve akşama eve dönüp daktilo ederdim. Bir bilim adamı hiç değildim ve henüz meşhur bir yazar hiç sayılmazdım, sadece nasıl bu kadar etkileyici  ‘konuşuyorlar’merak ederdim, tek derdim bu konuşmaları şeker gibi yapan  dil’in sırrı ‘neydi?’ öğrenmek.
Şiveleri, Dil Kurumunun yayınlarından alıp bolca okuyorsunuz, onlarca kitap, binlerce şiveli yazılmış hikaye, okumadığım kalmadı desem yeridir, ama konuşurken canlı canlı tadları her kelimeyi biberin acısını öğrenmek gibi dilime sürterek her cümleyi soğanın cücüğünü ısırıp aynı duygu bana da geçiyor mu diye yoklamak başka oluyor.
Çünkü seslere hayat veren renkleri tonları, yani çiğ köfteyi oluşturan ne varsa dil ucu kulak kestirip koklayıp tanışıp benimseyip içime hafızama arşivime almak, bu heyecanınız yoksa yazar olamazsınız.
Elazığlı Muşlu bir dükkan sahibini kasıtla ve defalarca ayak üstü konuşuk’a tutup dinlemek sinemaların en güzelidir, özellikle yaşlı teyzelerin dili hikaye anlatımları enfestir, toprağınıza sarılmak dağlarında naralar atmak gibi, sözleri, sofraların en güzelidir.
Nasıl yazar oluruz diyenlere  hep bunu söylerim, anlatım tarzlarını kelime cümle yapılarını yalın açık vurucu çarpıcı büyüleyici ifadeleri çöplükte hazine arar gibi bulup çıkartıp, yalayıp ısırıp gecesi gündüzü ayrı ayrı ışığa vurup çok iyi bilecekler.
Gün boyu kocakarı dediğimiz bir Elazığ’lı teyzeyle bahane bulup konuştururum, hatta yolunu gözlerim, tesadüfen önüne çıkmış gibi tiyatro yaparım, çocuğum orda okuyor kocam burada, ne anlattığı beni ilgilendirmez. Kelimeleri nerde nasıl hangi koyulukta hangi kestirmeden kullanıyor? Eşya nesne tanımları, vurguları, ünlemleri, ses rengi, pişmanlık, oflama, isyan, sitem, keder, kelimelerin üstüne hangi tonda elbiseler giydiriyor? Hayatımda dinlediğim en güzel şarkılar gibi mest olur kendimden geçerim, doyumsuzdurlar. Çok kısa birkaç cümleyle aman Allahım roman kadar çok şeyi bir çırpıda nasıl ifade ediyorlar diye apışıp kalırım ve işte bir taklitçi şovmen gibi daktilo başında defalarca tekrar etmeye başlarım.
Anadolu şivesiyle yaşayan insanlardan bir hikaye bir olay dinlemek bu topraklarda yaşadığım en muhteşem doyumsuz güzelliklerin başında gelir.
Diyelim arabamız Bayburt’tan bir saatte geçip gideceğiz, ben yolda kimi bulursam konuştururum, doymam konuşmaya, lüzumsuzca ayak üstü sohbeti didikler didikler deşerim.. Adamı usandırmadan ve onu çapraz sorguya aldığım duygusunu hiç yaşatmadan, önce kendimden tatlı küçük fıkralar anlatarak yolu açar çağrışımları zenginleştirir yani yemekti nineydi siyasetti deyip beynine usta kancalar atıp derin ifadelerini kusturmaya çalışırım.
Bu seanslarımda nice bilinmedik deyiş kelime öğrendim, anlatamam, bu bir anda kaynaşıp .öte parmak muhabbetin koyuluğunda kaybolmayan bir insan bu toprakları neden kurban olurcasına sevdiğimizi anlayıp yazar olamaz.
Çok şanslıydım üniversitede Antepli Urfalı Elazığlı bolca arkadaşım vardı. Ses renklerini kağıda yani yazıya geçirebilmek için usanmadan yıllarca yüzlerce boş sayfalara tekrar tekrar kopya etmek için çırpınıp durdum. Başka ne yapacaksın akşamları tek bir TRT kanalı vardı.
Söyleyin bu sıkıcı hayattan çıkmanın başka yolu mu vardı, ulan, bugün bizim Nizipli Seyfo ne güzel hikaye anlatmıştı, dur şunu bir yazayım bakayım aynı tadı yazıda bulabilecek miyim?
Derdim şive öğrenmek değil bu şivenin kısa yollu yalın açık düz berrak doğrudan anlatımını kağıda geçirmek, ki, Karacaoğlan’un Pir Sultan’ın Yunus Emre’nin sanatı da buydu..Bu soylu insanları herkes anladığına göre demek ki bu insanların herkesin kalbine içine girebilen gizli maymuncuk anahtarları vardı, dil bu’dur, herkesle konuşabilmeyi başarmak.
İmza günlerimde çok seri imza atarım, herkesin altı-yedi saatte bitiremediği kuyruğun iki-üç saatte dibini bulurum. İmza kuyruğunda yarım eşarp bağlamış bir Urfalı, bir Antepli teyze görmeyeyim, lafı uzattıkça uzatırım.
Nesiller boyu ağızdan ağza dinlenerek gelmiş Türkçe’nin en güzel hazineleridir, tarifsiz bir mutluluktur, kuyrukta sıkılmış gençler bir yaşlı kocakarıyla lafı nezaketen çok uzattığımı sanıyor, oysa ben, ayağıma kadar gelmiş bir antik müzenin sergi salonlarında geziye çıkmışım, farkında değiller.
Belki bana siyasi sosyal fikir bilgi olarak çarpıcı ilginç anlatacağı çok şey yok, benim derdim bu değil, cümleleri nasıl kuruyor, günlük bir derdi nasıl ifade ediyor, görünmez bir cımbızla havada kaparım, define bulmuş gibi sevinirim, içim içime sığmaz, dur, yarınki yazıda bunu kullanayım, derim.
Türkçe’nin konuşma dilinde bir başka büyü var, içinde sır’lar var. Bu toprağın yazarı olduğunuzu iddia ediyorsanız Urfa’dan gelmiş simit satan çocukla enine boyuna sağlı sollu uzun mu uzun konuşarak vurgularını ifade kalıplarını ses renklerini tane tane çözeceksiniz ve o çocuğu Türkçe’nin en büyük şairiymiş gibi kabul edip ‘dil’ine kutsal bir saygı göstereceksiniz.
Yazarlık mesleğinin en ciddi sırrı budur. Toprağı tanımadan bir duygu oluşturmak imkansızdır, şimdi oturun Kazancı Bedih’i bir daha dinleyin, üçüncü dinleyişinde şöyle bir iç sesiniz olacak, Allahım yalvarırım hiç değilse mezarım bu adamın yanında olsun, işte toprağınızın derinliklerinize bu duyguları yaşayarak tadarak duyarak canlı canlı girebilirsiniz.
Genç yazar adayları, mesela daktilomun başına oturmuşum, ev ahalisi ya da komşulardan sesler geliyor, kendi işleri telaşları içindeler, kapı önünden kelimeleşmemiş sesler, mutfaktan anlaşılır gibi ama anlaşılmaz sesler, insanlar eşyalar birbirlerine çarpıyor düşüyor, bu tuhaf sesleri kelimeleştirmeye çalışırım.
Şimdi mesela ‘cumburlop’ dersem bunun suya atlama dalma sesi olduğunu bilirsiniz, bunun gibi nice kelime kimliği almamış sesleri önce duymayı sonra biçimlemeyi sonra duygulaştırmayı sonra çarpıcı ve büyülü‘tınlamalar’la süslemeyi dünyanın en büyük derdi olarak kabul edin.
İşte bu birbirine girmiş sesleri seslenmeleri o an teybe tüyü tüyüne kılı kılına tam kumaşına uygun ibrişim bulana kadar tonlarını inceler günler sonra defalarca temize çekip en  uygununu daktiloyla onlarca sayfa yazarım.
Bu yaşadığım coğrafyaya karşı bir ödevim. Bu kelime arayışı topraktan nasıl üzüm oluyor sorusunun da cevabıdır. Kelimenin önce hayali gelir sonra toz’u sonra buğulaşır kumlaşır sonra bir biçime girdiğini görürsünüz, işte bu Tanrılar’a dair bir zevk’tir.
Genç yazar adayı, ölümsüz mavilikler sayfa sayfa tuval tuval işte böyle yaratıldı.
Yazar adayı ilk ders, yani’siz, fakat’sız, gibi’siz, ama’sız, ancak’sız yazmayı öğrenin, sonra, yazdığınız bir kelimeyi aynı metin içinde ikinci kez kullanmayın, şimdi bir deneme yapalım, hadi, garsondan bir çay söyle..  Şimdi garsonu çağırma şeklini aklında tut. Hey garson (mu) dedin, ‘bi çay! (mı) dedin.. İki çay, masaya (mı)? Dedin.
Yazar adayı genç çocuğun yazıp elime tutuşturduğu metni işaret ederek şöyle eleştiririm,  burada yazdığın hikayede garsona şöyle sesleniyorsun:‘bize iki çay verir misiniz?’
Canlı hayatın içinde gerçek olarak burada yanımda sen ‘iki çay’ dedin, bu kadar, ama yazdığın metinde bunu yazarken ‘iki çay verir misin?’diyorsun. Bu ‘iki çay verir misin’ lafı çok uzatmış ve üstelik gerçek değil doğal hiç değil.
Şimdi sana edebiyat mesleğinin sırlarından vereyim, elini görünür gibi kaldır ve sadece ‘iki çay’ de, kafi, bu elini ani kaldırışın ve ‘iki çay’ deyişin neye mi benziyor, kuğunun kanatlarının suya batışı gibi. Kısa bir dokunuş ve çay söyleme seremonisi bu kadar. Elin havaya dokunsun ve ‘iki çay’söyle, çık. Edebiyatçının herşeyi bir küçük an’ı resmetme ifade etme becerisidir, unutma.
Bu resmi o kısa dokunuşla metne yerleştirdiğinde yeryüzünün en zor işini becerir ‘gerçeklik’ duygusu oluşturursun.
Gerçeklik duygusu oluşturma nirvana’dır, artık ne söylesen sana kanmaya inanmaya başlar, kelimeler cümleler rahat sadeliğiyle serin suların içine atlayıverir. ‘Kurgun’ içinde okuyucu yüzmeye başladı bile, seninle içten içe konuşmaya tartışmaya yazdıklarını beynine duygu dünyasına kazıyarak işlemeye başladılar bile, yani gerçeklik, duyguları kelimelere yükleyip karşı tarafa geçirmeni sağlar.
Bir kelime diyelim ‘anne’, kağıda yazıldığında herkes aynı ‘anne’yi yazar, oysa her ‘anne’ diyenin ağzında ‘anne’ sözcüğünde milyonlarca başka geçmiş başka hatıra başka ses başka ‘titreşim’ var, bu ‘titreşimlerin’tonlarını apayrı duygu frekanslarıyla yazıya dökemiyorsanız duygularınızı ifade edemiyorsunuz demektir.
Kağıt üzerindeki kelimeler soğuk’tur. Kelimelerin sinir ve kalple çarpışma heyecanlanma koyulaşma anlarını iyi takip edin. Aynı kelimeler cenazede başka düğünde başka öğle yemeğinde başka kılıklarda görünür.
Karşılaşma anlarını hortlak gibi ya da bir müjde gibi ya da solucan gibi ya da ay gibi ya da feci bir kaza gibi, her nasılsa, her birinin sudan çıkışlarını iyi takip edin. Unutmayın, dünyada birbirinin aynısı iki nesne yoktur, bütün çekirdek taneleri bile dikkatlice baktığında birbirinden farklıdır, bu yüzden her kelimenin rengi çağrışımı başka’dır.
Soğuk kelimeleri duygu değirmeninizden sıcacık soluyan insan nefesi giydirtmek tek işiniz olmalı. Unutmayın insanlığın en sert problemleri çözmek için ‘ifade yeteneği’nden başka gücü imkanı şansı yoktur.
Milyar dolarlarınız var ancak sevdiğinize bir ‘duygu durumunu’ izah edemezsiniz, dünya kadar şöhretiniz var ancak bir eşyayı nesneyi bir durumu bir gerçeklik’i en yakınınızdaki insana ‘tarif’ edemezsiniz.
İnsanın yaşayabileceği en büyük yalnızlık dilsizliktir.
Şimdi başa dönelim, üniversitede okuduğun o çok büyük felsefecilerin bilim adamlarının sıkı ve anlaşılmaz metinlerini o Urfalı çocuğa hem anlayabileceği hem sevebileceği bir ‘üslupla’ anlatmayı başardığın gün, işte o zaman sana ‘yazar’ derler.