Günler bir biri ardına kadın ölümleri haberleriyle ve başta emekçi kadın örgütleri olmak üzere tüm kadın örgütlenmelerinin bu cinayetlere dur demek için başlattıkları mücadele haberleriyle gelmeye başladı.
 
        Katilleri neredeyse hep aynı bu kadınların; Hep en yakını durumundaki erkekler. Çoğunlukla kocalar, sonra babalar ve erkek kardeşler.
 
        Birbirine benzeyen ölümcül bir kader sanki kadınların yaşadıkları... İsimleri değişiyor sadece, bir de katledilme biçimleri.
 
        Hediye, Ayşe, Remziye, Hatice, Dudu, Meryem, Rengi ye... Hepsini sıralamak mümkün değil, çünkü 2011 Haziran'ında ONALTI KADIN, sadece 9 Temmuz'da, AYNI GÜN İÇİNDE BEŞ KADIN ÖLDÜRÜLDÜ. Bu ifade yeterince etkili olmayabilir belki. Şu rakamlara ne dersiniz: 2002 yılında öldürülen kadın sayısı altmışaltıymış! Bu rakam 2007 yılında BİN YETMİŞ YEDİ' ye yükselmiş. 2009 yılında BİN YÜZYİRMİALTI kadın öldürülmüş. Ve 2011 yılının sadece Ocak ayında öldürülen kadın sayısı ONYEDİ! Başka hiçbir konuda bu rekorun sahibi değil Türkiye... Göz açıp kapayıncaya kadar hızlı, hayat gailesinin yorgun günlerinde ancak birkaç dakika ayrılabilen hüzünlü hikâyeler hepsi; aşağı yukarı bizlerinki gibi.
 
       Katilleri neredeyse hep aynı bu kadınların; en yakını durumundaki erkekler. Çoğunlukla kocalar, sonra babalar ve erkek kardeşler... Kadın cinayetlerinde, boşanmak isteyen kadınlara karşı eski kocaların uyguladığı vahşetle töre cinayetleri yarışıyor. Kadınlar yıllardır biriktirdiği tacize, aşağılanmaya, köleleştirilmeye, hiçleştirilmeye karşı tepki vermeye, seslerini çıkarmaya, “hayır” demeye başladıklarında kocalar katile dönüşüyor. Erkeğin aile ve toplum içindeki baskın rolüne karşı çıkış, onun otoritesine bu meydan okuyuş bir yerde kurulu düzene bir başkaldırıdır. Kadını, sermayenin, erkeğin ve evinin kölesi olarak biçimlendiren toplumsal ilişkilerin sorgulanmasıdır. Dinci-gerici değer yargılarına, alışkanlıklara ve “böyle gelmiş...” bezginliğine boyun eğmemektir. Tehlikelidir ve bu yüzden “cezalandırılmalıdır”!
      Kadınlar bu türden (şiddet ve taciz) “utanılacak” konuları, en yakınları dâhil kolay kolay kimseye anlatmazlar. Başkalarıyla paylaşmak bile insana başlı başına büyük bir yardımken, kimsenin elinden bir şey gelmeyeceğini bildikleri için genellikle anlatmazlar... “Özel ilişkiler alanı” denilerek devletin de, polisin de, mahkemenin de “mümkün olduğunca” bulaşmamaya çalıştığı bu 'netameli' süreçlerde, eğer kadınlar sabrının son sınırını aştıysa devreye başkaları girer. Hastanelik edilinceye kadar dayak yiyen kadını evine/kocasına dönmesi için öğüt veren komiserler, doktorlar, hâkimler devrededir.
 
       Kadınlar böyle birer-ikişer öldürülürken binlerce kadın da kocasından şiddet gördüğü için hastanelere başvurur. Mesela 2010 yılında 6 bin 423 kadın aile içi şiddet nedeniyle hastaneye başvurmuş. Kadınların kuşatıldıkları toplumsal çemberler düşünüldüğünde, gerçeğin bu rakamların çok çok üzerinde olduğu kolaylıkla anlaşılır.
 
      Göstermelik olarak iliştirildiği Bakanlık adından bile özenle çıkarılan “kadın” (Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı), ancak aileyle birlikte anılmaya, dört duvara, erkeğin kölesi olmaya, çaresizliğe ve geleceksizliğe. Direndiğinde ölüme gönderiliyor. Çemberin dışına çıkmaya yeltendiğinde ona sermayenin ve erkeğin egemenliğine biat etmesi gereken bir fani olduğu ölüm bedeliyle hatırlatılıyor. Sınırlarını parçalamayı düşünen diğer kadınlara da örnek olsun diye, herkesin önünde veriliyor cezası!
 
       Sokak ortasında, çocuklarının gözü önünde, son çare olarak gittiği ana-baba yanında, kendilerini güvende hissettikleri sığınma evlerinde, balkonlardan itilerek, boğularak, kurşunlanarak, bıçaklanarak, herkesin gözleri önünde diri diri yakılarak. Öldürülüp duruyor kadınlar.

      Özgürlük için, insan olma özlemi doğrultusunda ödedikleri bütün bu ağır bedellere rağmen kadınlar sınırlarını parçalama çabasından vazgeçmiyorlar. Yaşayacakları her şeyin sıkıştırıldıkları kölelik dünyasının tekdüze tüketiciliğinden daha iyi olacağını biliyorlar çünkü...