Süreç şöyle işledi: - Önce hepimizi “korunaklı durma” çabası içine soktular.

-  İkinci olarak hepimizde hafiften bir “ürperme duygusu” yarattılar.

-  Üçüncü olarak hepimizi dikkatli ve özenli davranmaya ittiler.
-  Dördüncü adımda yıldırma aşamasına geçtiler.
-  Beşinci aşama alenen korkutma aşamasıydı.
-  Altıncı aşamada korkutma dozunu biraz daha arttırdılar.
-  Yedinci de dozu daha da arttırdılar: Daha çok korkuttular.
-  Ve en sonunda korkutma vanasını sonuna kadar çevirip işi bitirmek istediler.

* * *

Eh...
Bu kadar abanılınca...
Bu kadar zorlanınca...
Kıvam bu denli kaçınca...
Ölçüsüzlük bu denli alıp başını gidince...
Aniden şöyle bir şey oldu:
“Korku eşiği” aşıldı.
“Korku duvarı” yıkıldı.
Duvar yıkılıp eşik aşılınca da...
Kaçınılmaz şekilde bir özgürleşme tutkusu girdi devreye...
Bir silkiniş, bir kendine gelme, bir “Ne oluyoruz yahu” çıkışı baş gösterdi.

* * *

Mesela şöyle şeyler oldu:
-  Gazeteciler Taksim’e çıktı.
-  Bakanlar mahcubiyet demeçleri verdi.
-  Yandaşlar, savcılara “Ne olur bize done verin” diye yalvarmaya başladı.
-  Ekrana çıkıp içeri düşmüş meslektaşının üzerinde arsızca tepinenler bile hafiften tornistan etti.
-  “Bu kadarı da olmaz” sesleri yükselmeye başladı.
-  En etliye sütlüye karışmayanımız bile “Artık yeter” dedi.
-  “Hükümet medyadan elini çek” sloganları yükselmeye başladı.
-  En ağırbaşlılarımız bile “Nedim’i, Ahmet’i alıyorsan beni de al” demeye başladı.
-  En yorgun vicdanlar bile ayaklandı.
-  Aramızdan hiçbiri çıkıp da “Ama onlar gazetecilik faaliyeti nedeniyle değil, terör faaliyetleri nedeniyle gözaltında” diyemedi.
-  Hepimizde bir “Silivri’yi göze alma” cesareti doğdu.
-  Hepimizde “Gel benim evi de bas” diye meydan okuma hevesi ayaklandı.

* * *

Şimdi öyle bir yerdeyiz ki...
Ne Silivri, ne gözaltında üç gün...
Ne telefonda konuşurken temkinli olma çabası, ne bilgisayar hard diskini silmek için uğraş.
Ne yıkılacak kariyer, ne elden gidecek köşe...
Ne o, ne bu...
Hatta ne karanfil, ne kurbağa...
Şimdi artık...
Her yanımız bahar bahçe...

Yeni başlayanlar için isyan ve itiraz kültürü

DİYELİM ki şöyle bir cümle kuruyoruz:
“Tecrit bir insanlık suçudur... Tuncay Özkan ile Mustafa Balbay’ın tecrit edilmelerine itiraz etmeliyiz”.
Hemen atılıyorlar:
“Peki siz F tipi hapishaneler ortaya çıktığında da böyle diyor muydunuz?”

* * *

Diyelim ki şöyle bir cümle kuruyoruz:
“Gazetecilerin gözaltına alınması basın özgürlüğüne vurulmuş açık bir darbedir”.
Hemen atılıyorlar:
“Peki siz 28 Şubat’ta gazeteciler andıçlanırken neredeydiniz?”

* * *

Diyelim ki şöyle bir cümle kuruyoruz:
“Telefonlar dinleniyor. Sabahın köründe baskınlar yapılıyor. Tahammülsüzlük aldı başını gidiyor. Korku imparatorluğu kuruluyor”.
Hemen atılıyorlar:
“Korku imparatorluğunun şahı geçmişte kurulmuştu. O zaman niye sesiniz çıkmıyordu?”

* * *

Ben şahsen...
“F tipi”ne esaslı bir şekilde itiraz ettim, “Andıçlanan gazeteciler” meselesini kendi meselem olarak gördüm, askerin kurduğu korku imparatorluğuna karşı da sesimi yükselttim.
Hem böyle olmasa kaç yazar?
Bir hak ihlalinde susmuş olmak, bütün hak ihlallerinde susmayı mı gerektirir?
Askerin korku imparatorluğuna teslim olmuş olmak, sivilin korku imparatorluğuna da teslim olmayı mı gerektirir?

Fena halde bunaldım

-  Muhafazakâr kesime yönelik olarak, “Geçmişte size zulüm yapılıyordu, şimdi de siz zulüm yapıyorsunuz” diye mukayeseli örnekler sunmaktan...
-  Bana sürekli durduğum yeri izah etme çabası içine girmeyi aşılayan kahrolası ortamdan...
-  Bülent Arınç gibi “başbakan yardımcılığı” gibi en sorumlu mevkide bulunan bir ismin, sanki emekli kahvesinde vicdan muhasebesi yapan bir amca gibi arada sırada “demokratik çıkış” yapmasından...
-  Ortadoğu ve Balkanlar’ın en büyük adalet sarayının açıldığı bir günde adaletsizlikten yakınmanın ayyuka çıkmasının doğurduğu Türkiye’ye özgü çelişkiden...
-  Birine yapılan açık haksızlığa itiraz ederken “Ben aslında onu hiç sevmem” diye söze başlanmasından...
-  “Bırakın yargı işlesin... Yargıya güvenelim” denmesinden...
-  Hükümet yanlılığını, hükümet üyelerinden bile ileri götüren yazar-çizer takımından...
-  Başbakan Erdoğan’ın bulduğu her platformda geçmişte yargının kendisine yaptığı haksızlıkları dile getirirken, bugün yapılan haksızlıklarla ilgili olarak “Yargı görevini yapıyor” demesinden...
-  Geçmişte Erbakan’ı bir nefret objesi olarak görenlerin, bugün Erbakan’ı el üstünde tutmalarından...
-  Koskoca Ergenekon Davası’nın önünde sonunda yine gelip “çılgın profesör” Yalçın Küçük’e bağlanmasından...

Gazetecilik dışında yapabileceğim meslek

ARKADAŞIM Cüneyt Özdemir, Radikal’deki dünkü yazısında “Gazetecilik bitti, kendimize yeni meslekler bulmalıyız” diyerek meslekten bazı isimlere yeni meslekler önermiş.
Yazıyı okuyunca şöyle bir düşündüm: Acaba gazeteciliği bırakmak durumunda kalırsam ne iş yaparım diye... 

Aklıma gelenler şunlardır:

* * *

-  Eğer Diyanet İşleri Başkanlığı, “Son 7 senedir sen biraz fazla açıldın mirim, sana kadro veremeyiz” demezse bir balıkçı köyünde imamlık yapabilirim. Tecvidim en az Başbakan Erdoğan’ınki kadar iyidir.
-  Sabahları erken kalkmak zorunlu değilse balıkçılık yapabilirim diye düşünüyorum.
-  Lise birdeyken yazın pazarda karpuz satmışlığım vardı, bu tecrübeyi konuşturacak bir işe girebilirim.
-  Ben de her çocuk gibi büyüyünce itfaiyeci olmak istemiştim. İtfaiye teşkilatına dalabilirim.
-  Teknelerde kaptan olabilirim. Mis gibi...
-  İyi bir sendika ağası olabilirim. Arkadaşlar benim örgütçü bir yönüm olduğunu söylerler de...
-  Hakkında kötü yazı yazmadığım bir sanatçı bulabilirsem menajerlik yaparım. Böylece “renkli dünyalar” olayından da kopmamış olurum. Ajda! Ses ver.

Hürriyet