1994 yılı Türkiye açısından ekonominin tam anlamıyla iflas ettiği bir yıl olur. 1950’li yıllarda Menderes iktidarı ile başlatılan borçlanmaya dayalı iktisadi siyaset, Demirel, Özal ve Çiller zamanında da devam ettirilir. Uluorta harcamalar sonucunda dış borç ve bütçe açığı yükselir. Ekonomi alarm vermeye başlar. Nihayet 14 Ocak 1994 tarihinde Cumhuriyet tarihinin Atatürk’ten sonra ki en bunalımlı krizlerinden biri daha yaşanır. Amerikan Doları’nın hızlı yükselişi önlenemez ve halk, bankalara hücum eder. Uzun para çekme kuyrukları oluşur. Bankalar verdikleri kredileri geri istemeye başlarlar. Borsa çöker; dövizle borçlanan firmalarda arka arkaya iflas edenler hatta intihar edenler olur. Sonuçta DYP-SHP hükûmeti tarafından o meşhur  “5 Nisan kararları” alınır. Türkiye’nin tarihindeki en büyük kemer sıkma politikası açıklanır.  Doların aniden yükselmesi, birçok şirketi ya iflas ettirir ya da iflas durumuna getirir. Vergiler ve faizler yükselir, enflasyon yüzde 100’ü aşar. Bu durum iğneden ipliğe her şeyin zamlanmasına da neden olmaktadır. Hükûmet yeniden IMF’nin ipine sarılır ve o kaçınılmaz Stand-by anlaşmalarından biri daha imzalanır.”[1] 
           
1938’ den itibaren uygulanan borçlanmaya ve ithalata dayalı ekonomik politikalar Türkiye’nin belini doğrultmasına izin vermemektedir. 1998 yılında uygulamaya alınan sıkı para politikası ve enflasyonu düşürme programını Asya-Rusya krizi sekteye uğratır ve milyarlarca dolar sıcak para yurtdışına kaçar. Ekonomik daralma kaçınılmazdır. Faizler yükselir, dış borç fırlar. Hazine iç borçları döndüremeyecek noktaya ulaşır ve kaçınılmaz son;  1999 yılının Aralık ayında hükûmet, IMF ile yeni bir Stand-by anlaşması imzalar ve üç yıllık bir yeniden yapılandırma dönemi oluşturulur.
 
19 Şubat 2001’ de Millî Güvenlik Kurulu (MGK)  toplanır. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasında süren gerilim patlama noktasına ulaşır ve o meşhur “Anayasa kitapçığını fırlatma” olayı yaşanır.   Akabinde de borsa çakılır ve faizler fırlar. Zaten bıçak sırtında duran Türkiye ekonomisi tamamen dibe vurur. 21 Şubat 2001’de tarihe “Kara Çarşamba” olarak geçen Cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birisi daha patlak verir. Arka arkaya meydana gelen iflaslar nedeniyle çok sayıda işyeri kapanır, binlerce çalışan işsiz kalır. Piyasalar durgunlaşır.  Sonuç olarak ABD’ den ithal edilen Kemal Derviş ile IMF’ nin “güçlü ekonomiye geçiş” programı uygulamaya konulur.
 
2002 yılında Türkiye’ de siyaset, “milli görüş” lehine ciddi bir zafer kazanır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti, ya da halkın deyimiyle AKP) iktidara gelir. Yeni hükûmet Kemal Derviş ve IMF’ nin “güçlü ekonomiye geçiş” programını noktası, virgülüne aynen uygulamaya koyulur. 1999-2002 yılı krizinin sonrasında bir üç yıllık Stand- by anlaşması daha gerçekleştirilir. 2003-2008 arasında gösterdiği hızlı büyüme ile Türk ekonomisi dosta düşmana “bir ekonomik başarı” (!) örneği olarak sunulur. İşin en ilginç yanı ise bu “ekonomik başarı” yı uluslararası finans kuruluşları da kabul etmektedir.  
 
2008 yılına “Küresel ekonomik kriz” damga vurur. ABD’ de konut piyasasında başlayan ve finansal piyasaların ardından reel kesime de sirayet eden ve BM’ in “yüzyılın krizi” olarak tanımladığı kriz, dünyanın tanınmış dev finans sektörlerini yutar. Başbakan, “Ekonomik kriz bize teğet geçiyor!” der. Ancak “önünde sonunda Türkiye’nin kendi ekonomik krizini yaşayacağını” düşünen ekonomistler vardır. Nitekim ABD hapşırınca Türkiye nezle olur. Paniğe kapılan bankalar kredi borcu olan şirketlere borçlarını ödemeleri için baskı yapmaya başlarlar. Karşılıksız çekler son yılların en yüksek seviyesine ulaşır, döviz ve banka kredi faizleri fırlar! Emlak, otomotiv, tekstil sektörü sallantıya girer. Firmalar batar, ya da tamamen kapanır. Krizinin ardından Türkiye daralma sürecine girer. IMF ile yeni bir Stand-by anlaşması için görüşmeler sürmektedir. 2009 yılı başlarında “Ek vergi istiyorlardı” gerekçesiyle IMF ile görüşmeler resmen bitirilir. Türkiye kendi yağıyla kavrulmak, bütçelerini kendisi düzenlemek niyetindedir. Ancak, her ne kadar “biz IMF’ ye borç verecek” duruma geldiğimiz söylense de gerçekler hiç de böyle değildir. Türkiye adı konulmamış ya da üstü örtülen bir ekonomik krizin içine girmiştir.  Nitekim 2015 yılında Türk ekonomisi “gelişmekte olan ekonomiler” arasında en kırılgan ekonomiye sahip bir ülke konumuna yükselir. İyice hızlanan işsizlik ve enflasyonun yükselişine dur diyemeyen ve eldeki millî varlıkların sonuna yaklaşan hükûmet çareyi Varlık Fonu kurmakta arar. Amaç, elde kalan son değerli varlıkları teminat göstererek borçlanmaya devam edebilmek ve balon ekonomisini sürdürebilmektir.
 
2018 yılına gelindiğinde piyasalar yangın yerine dönmüştür.  15 yılda tamı tamına 331 milyar dolar dış borç alan, küresel tefecilere 150 milyar dolar faiz ödeyen, içerdeki bankalara da 650 milyar (eski parayla katrilyon) TL ödeyen Türkiye, (bu arada bankaların çoğunluğunun yabancıların elinde olduğunu da belirtelim) kurlardaki önlenemeyen yükseliş ile tamamen krize girer. Amerikan doları 4 TL sınırını zorlamaktadır. Merkez Bankası’nın Ocak ayından bu yana 10 milyar TL karşılıksız para basması da bir çözüm olmamıştır. Ekonominin lokomotifi inşaat sektörü de büyük bir durgunluk içine girmiştir. Borçların ödenememesi sonucunda haczedilen konutlar bankaların elinde patlar. Ormanlar, araziler, paha biçilemeyen kupon araziler yapılaşmaya kurban edilirken, ne yazık ki Türkiye’nin ekonomisi de betona gömülmektedir.  Şeker fabrikalarının tamamının satılması da bir çözüm getirmeyecektir.  Geçmişte Menderes ve Özal’ın borçlanarak ve mevcut varlıkları satıp paraya çevirmek marifetiyle uygulamaya çalıştığı sistem, aynı sonucu vermek üzeredir; Ekonomik iflas…
 
Seçimler 2019 yılında gerçekleştirilecektir ancak dayanacak güç kalmamıştır. Durum her geçen gün kötüleşmekte, başta et ve mazot fiyatları olmak üzere pahalılığın önüne geçilememektedir. Piyasalardaki yangın, evlerde ki mutfaklara da sıçramaktadır. Nisan ayı gelir ve Amerikan Doları 4 TL’ yi geçeceği sinyalini verir. Küçük muhalefet 26 Ağustos’ta erken seçime gidilmesi teklifini getirir. Ama bir sorun vardır; O tarihe kadar nasıl dayanılacaktır? Ya dolar 5 TL’ ye dayanırsa? Ya durum daha da kötüleşirse? Ya oylar tamamen erirse? Nihayet 18 Nisan 2018 günü bir karar alınır; 24 Haziran 2018 tarihinde, “baskın erken seçime” gidilecektir. Partilerin hazırlanması için önlerinde sadece 66 günlük bir zaman vardır. Sonuç olarak ekonomi ve siyaset 66’ ya bağlanmıştır bağlanmasına da karar piyasaları rahatlatmamaktadır. Zamlar vatandaşın başından aşağıya bir konfeti gibi yağmaktadır. Dolar ise 5 TL. sınırına dayanmıştır…
 
Dizginlenemeyen ekonomik krizler, geçmişte olduğu gibi bugün de iktidarları koltuklarından düşürebilmektedir.   
Hani, “Neden bu kadar kısa sürede seçime gidiyoruz” diye soruluyor ya; İşte yukarıda anlattığımız nedenlerden dolayı…
 
Düşmemek için…
 
Tülay Hergünlü
İstanbul, 17 Mayıs 2018
 
 
 
 
 
Not: “İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne” adlı kitabımız tüm kitapçılarda ve internet sitelerinde satıştadır.  
 
 
[1] Tülay Hergünlü, “İngiliz Sicimi’nden Amerikan Bezi’ne”, Doğu Kitabevi, Kasım 2017