Doktor, çekilmez bir yaşam ve acılar içinde kıvranan hastalarına “Neden intihar etmiyorsunuz?” diye sorar. Birisi yaşamında, onu yaşama bağlayan çocuklarına yönelik “sevgi” söz konusu olduğundan; bir başkası henüz kullanacağı “yetenekler”i bulunduğundan; bir üçüncüsü de sadece korunmaya değer “canlı anılar”ı olduğundan intiharı düşünmediğini söyler.
Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde yapılan araştırmaya göre bu öğrencilerin %85’i, intihar girişimine gerekçe olarak “yaşamın anlamsız gözükmesini” göstermiştir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin %93’ünün aktif bir sosyal yaşamlarının olmuş olmasıdır. Frankl, burada söz konusu olan şeyin ‘duyulmayan anlam çığlığı’ olduğundan söz ediyor.
İnsanla ilgili olarak yapılan araştırmaların ortaya koyduğu veriler; yaşamın derinliklerinde insanın kendisiyle zor zamanlarda açığa çıkan gizli bir sözleşmesinin var olduğunu gösteriyor. Sözleşmenin bir yanında yaşam varsa, diğer yanında yaşamaya değer bir anlam ve üstlenilmiş sorumluluklar vardır.
İnsanlar var olmak için var olduklarına inanmazlar. Var olmanın mutlaka mantıklı ve akılcı bir anlamını da hissetmek isterler. Birey olgunlaştığı andan itibaren varoluşunun anlamına ulaşmak için inanılmaz bir gayret gösterirler. Hatta insanlar gerçekte varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan yaşam enerjisini de buradan alırlar.

Anlam arayanlar!
Evrende anlam diye bir şey yoktur ya da “Yaşamda büyük amaç aramak saçmalıktır” diyenler büyük bir yanlışı, doğru okumaya çalışanlardır. Bu nedenle Albert Camus “Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa hiçbir değere ‘evet’ diyemiyorsak, her şey olanaklıdır, her şey önemsizdir” diye yazar. O, Dostoyevski gibi anlam “yoksa her şeye izin vardır”, demeye getirmektedir.
Evrenin bizzat kendisi başlı başına bir anlam alanıdır. Onu anlamak, anlamlandırmak ve idrak etmek gerekirken görmezlikten gelmek korkaklıktır. Yaşamak bu bağlamda da anlam aramak demektir. Leyla’nın Mecnun da; ‘Karakız’ınsa Tanrı diye aradığı şey de gerçekte anlamdır.
Ruhunu vestiyerde unutan günümüz insanın anlam karşısındaki durumu gittikçe daha vahim bir hale bürünmektedir. Küreselleşme insan yaşamını kolaylaştırmaya katkı sağlamıştır, ancak insanların anlam ve amaç edinmelerini engelleyerek de sağladığı katkıdan daha büyük kötülükler üretmiştir. Küreselleşme şartları denetleyecek araç sayısını artırdıkça amaç konusundaki yoksunlukları da o oranda artırmış olmaktadır.

Anlam satanlar!
Misyoner ve tüccarlar her şeyden daha çok anlam satarlar. Onlar, insanların yalnızca ekmeğe değil, belki de ondan daha da çok bir anlama ihtiyaç duyduklarının herkesten daha çok farkındadır.
Bu yüzden de kimisi çıkarını anlamlı kılarak siyasetini; kimisi inancını anlamlı bir ihtiyaç haline getirerek dinini; kimisi de ürününe anlam yükleyerek malını satar. Aslında hepsinin sattığı da bir yaşam biçimidir. Sonuçta hepsi yaşamaya değer sözde bir anlam satmış olur. Sözgelimi misyoner yalnızca inanç satmaz, gerçekte dünyayı, var oluşu ve kâinatı yorumlama biçimini de satar. Daha doğrusu misyonerler gerçekte yalnızca anlam satarlar. Dinden önce kavram pazarlayan misyoner görevini anlam gibi sarsılmaz bir değerle birlikte yürütür.
ABD’nin otomobil devi, dünyanın her yerinde otomobil satar. Ama bu otomobil üreticisi, sattığı ürünün otomobil değil de birliktelik, dostluk ve konfor olduğunun farkına vardırır. Aslında tüccarın pazarladığı da birliktelik, dostluk ve konfor maskesine bürünmüş anlamdır. Satılan gerçekte otomobil değil anlamdır. Çünkü genel geçerli pazarlama anlayışına göre otomobil bireyi ve yaşamını anlamlı kılmaya yardımcı olmaktadır.
Kimileri hayallerini, ütopyalarını ve hikâyelerini sattıklarını söylerler. Ülkelerin en güçlü hikâyelerle korunacağını düşünenler, ancak  “daha güçlü”  hikâyelerle ülkelerin zapt ve işgal edilebileceği düşüncesindedirler. Hikâye yani anlamlarla... Satılan gerçekte hikâyeye bürünmüş anlamdır.