Pamuk aile fertlerimizden biriydi... Bize huzur veren, bizi neşelendiren görüntüsü vardı. Oldukça sevimliydi. Mahallemizde oynarken dahi zaman zaman yanımıza gelir miyavlayarak bize bir şeyler anlatırdı. Ona bir şey olmasından da oldukça korkardık. Yani onsuz yapamayacak kadar dosttuk onunla.

Akşamları bir günün yorgunluğunu atabilmek için bizim gibi oturma odamıza girer ve yaz günlerinde sehpamızın altında, kış günlerinde ise mangal altında uyuklamayı severdi.

 

Çiş yapmak istediği zaman ya pencereye doğru koşar ya da kapalı olan kapının koluna açmak için hoplardı... Bizim kapıyı açmamızla birlikte bahçemize iner, orada yumuşak toprağı ayaklarıyla açarak işeyeceği küçük bir çukur oluştururdu. İşedikten sonra da açtığı çukuru kapatırdı.

 

Akşamları oturma odamızdayken o bir yerlerden sarkan iplerin hareketlerinden ya da yuvarlanan yumak, makara ve  top gibi şeylerden  hoşlanırdı. Onlarla hoplayarak… zıplayarak ve yuvarlanarak oynardı… Biz de seyrederdik.

 

Adı Pamuk’du... Eğer yakınlarda ise, ismiyle  çağrıldığı zaman bizi bekletmeden gelirdi. Yani kendisine ikramda bulunulacağını ya da sevileceğini anlar ve bilirdi.

Üzgün anlarımızda önce bizim halimizi inceler sonra gelir kucağımıza oturarak hatta omuzlarımıza kadar çıkarak bizi neşelendirirdi.

 

Hayvan sevgisi ayrı bir şeydi bize göre... İç içe yaşadığımız, mandamız, eşeğimiz, kuzumuz ve kedimize en ufacık bir toz dahi kondurmazdık.

 

Komşumuz G.  Ağa nedense bizim kediyi hiç sevmezdi. Onu haylaz olarak görür  damlarından iniş ve çıkışlarından da nefret ederdi. Biz onun çığlıklarından kime bağırdığını tahmin ederdik.

G. Ağa’nın kendisine hizmet eden tek atını bile zaman zaman kırbaçlayarak korkuttuğunu görür ve tüylerimiz diken diken olurdu.

Onun küçük, lokantaya benzer, bakkal görüntüsünde bir dükkanı vardı. Sabahları sütle insanlar orada kahvaltı yaparlardı... Ayrıca tulum peyniri, yoğurt  ve helva gibi  şeylerden de satardı... Beni de zaman zaman dükkanımızın yakınında bulunan bu iş yerine babam helva ve peynir satın almak için gönderirdi. Doğrusunu söylemek gerekirse o zamanlar ben G. Ağa’nın hiç gülümsediğini görmedim. Sekiz veya dokuz yaşımda iken kendi kendime  “herhalde bu adam bütün insanları kedi veya at gibi görüyor...“ diye düşünürdüm. Bu sebeple alacaklarımın isimleri ve miktarları hariç, ne girerken ne de çıkarken bir şey söylemeye cesaret edemezdim. Sabahları alışverişe gittiğim zamanlarda  diğer müşterilerin de benim gibi dut yemiş bülbül gibi sustuklarını görürdüm.

 

Sabah ezanı okunmadan önce o  sık sık damlarda gezinirdi. Genellikle kamışlardan veya hasırdan oluşturulmuş yer örtülerinin üzerilerine kurutmak, için kayısı, vişne ve  üzümlerden sererdi. Yani hayalet gibi sık sık bize  karanlıklarda görünürdü... Evin dışında bulunan balkonumuzdan helaya giderken  karanlıkta karşımızda bulunan damlar üzerinde dolaştığını görmek bu sebeple bizce hiç yadırganmazdı.

“Günaydın, hayırlı sabahlar, nasılsınız?“ gibi söylemler duymadık hiç onun ağzından. Yani bize küsmüş gibi tavırları vardı.

 

Bir gün bir çığlık… Bir feryat ortalığı çınlattı… G. Ağa avazı çıktığı kadar bağırıyordu :  “Domuz kedi ciğerimi çaldı… Ciğerimi kaçırdı… Ben sana göstereceğim...”  diye.

Bu feryadı ağza alınmayacak küfürlerle uzun süre sürdü.

 

Annem ve ben işittiğimiz bu feryat karşısında oldukça irkildik. Bizim kediye istenmeyen bir şeyler yapmasından da kuşkulanmaya başladık.

 

Ertesi gün kedimiz arka ayaklarını sürükleyerek balkonumuzdan geldi.  Pazar günüydü. Ben ağlayarak anneme, babama ve ablalarıma seslendim :  “Kedimizi yaralamışlar...  Pamuk yürüyemiyor!“ diye.  Hepimiz gözyaşlarımızı tutamıyorduk.  Babam kucağına almak için yaklaşmak istedi. O önce acı acı miyavladı. Sonra G. Ağa’nın evine doğru baktı. Zorla da olsa geriye dönerek önce balkondan bahçenin büyük kapısı  üzerindeki duvara atladı, oradan da kapı önüne indi. Arkasına dönmeden giden kedimize gözden kayboluncaya kadar baktık.

 

O günden sonra bir kez olsun kendisini göstermedi bize...  Aramadığımız yer kalmadı...

Çok geçmedi... Yaralı kedimizi en son gördüğümüz andan itibaren on beş gün sonra komşumuz  G. Ağa atıyla,  arabasıyla gittiği bağından dönmemişti. Eşi ve kızlarının telaş içerisinde konuşmalarını biz de duyuyorduk.

 

Eşi  R. Hanım iki kızına hitaben  :  “Babanıza bir şey olmasın? Oldukça gecikti... En iyisi haydi hazırlanın da birlikte karşılamaya gidelim.“

Balkonun aşağı mahalleye bakan ucundan da ben yola koyulduklarını gördüm. Bizim kedi de G. Ağa da  bir daha geri gelmedi.  Sonra G. Ağa’nın bağlarından ceseti getirildi. Biz her şeye rağmen hem ona hem de kedimize çok üzüldük! G. Ağa kendi haliyle, kedimiz de güzellikleriyle hayatımızın birer parçalarıydı.

 

Bor, 29.07.1979