Necmettin Erbakan, Türk milletinin Viyana önlerinde bıraktığı dünyaya nizam verme ideallerini yeniden canlandırmak istiyordu. Türk milletinin sukutunu İslam ümmetinin sukutu olarak görüyordu. Yaklaşık üç yüz yıldır, Türk milletinin Batı’ya benzeyerek, taklit ederek ve uyum sağlayarak ayakta kalma mücadelesine karşıydı. Milletlerin kendi iradesi, değerleri ve kararları üzerinden var olabileceğine inanıyordu. Bu nedenle sık sık “Sultan Fatih ruhu”ndan söz ederdi. Ecdat başardı. Biz de başarabiliriz derdi.
Doğu’nun kurtuluşunu Batı’da görenlere de Türkiye’nin kalkınmasını “Ortak Pazar”a girmekten geçenlere de karşıydı. Ortak Pazar’ın Türkiye’ye karşı kurulmuş “ortak tuzak” olabileceğine de dikkat çekiyordu.

“Milli ve manevi kalkınma”
Kalkınmanın ve var olmanın birbiriyle ilgili iki yüzünün olduğunu söylüyordu. Milli ve manevi kalkınma derken kast ettiği buydu. O, her şeyden önce milliydi. Dilinden milli hamle, milli sanayi, milli kalkınma ve milli görüş söylemi bu nedenle düşmezdi.
Teknolojiden ibaret bir modernleşmeye Erbakan’ın itirazları vardı. Ancak Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi ve güçlü olmasının da modernleşmeden geçtiğinin bilincindeydi. Ancak O, kalkınmanın özünde bir insan sorunu olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle milli kalkınmanın manevi değerlerle teçhiz edilmiş, inançlı kadrolar yoluyla gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Ona göre Türkiye’yi ancak dindar kadrolar maddi anlamda kalkındırabilirdi.
Geçici, palyatif, uyduruk ve pansuman tedbirler yerine sorunu kökten çözecek “ağır sanayi” nin kurulması gerektiğini savunmuştu. “Makine yapan makine” yi üretmek için ilk harekete geçenlerden birisiydi. O, aynı zamanda “Devrim Otomobili” ni yapan kişiydi.
Ülkenin her yanında bugün yükselen fabrika bacalarının temelinde onun harcının olmadığını söylemek hakikatlere aykırı olur.
Temel atma, temeli döşeme ve temele dönme gerektiğini söylerdi. Türkiye’nin gücünü ve sınırlarını zorlayan hamleleri de bizzat kendisi yapmıştı.

Hırs değil inanç sahibiydi
Düşüncelerini konjonktüre göre eğip bükmeyi aklından hiç geçirmemişti. Kendine güveni tamdı. İnancı bir ve bütündü. Neye inandığını ve neyi gerçekleştirmeye çalıştığını herkes bilirdi. İnandığı her şeyi söylediği içindir ki gizli, kapaklı bir yanı yoktu.
Kurduğu siyasi partiler sırasıyla kapatıldığında aynı ilke ve inançlarla bir diğerini devreye sokmuştu. Her defasında düştüğü yerden kalkmasını, kalktığı yerden yükselmesini becermişti. Partinin kutsal bir mabet olmadığını yalnızca idealleri gerçekleştirmenin bir aracı olduğunu, birbiri peşi sıra kurduğu partilerden anlamak mümkündür.
Vücudunun, başını taşımakta zorlandığı bir zamanda yeniden ideallerini taşıdığına inandığı davanın başına geçmekte tereddüt etmemiş olması ilginçtir. İş başa düştüğünde sağlığını hatta hayatını inandığı davası uğruna riske atmasını bilmiştir.

Bir dönem kapandı!
Hayat ona başarı, kaybetme, ihanet, sadakat ve kazanma duygusunun her türünü tattırmıştı. Hocanın öğrencilerinden bazılarının, onun öğretilerine yüzde yüz karşıt bir zihniyetle ortaya çıkmaları da tarihin cilvesidir. Son zamanlarda O, kendisini anlayan ama yanlış anlayan öğrencileriyle karşı karşıya gelmişti. Kader işte budur. Hiç kimseyi hiçbir şeye karşı sigortalamak mümkün olmuyor!
O, bir devrin muhassalasıydı. Her biri kendi alanında bir başka tür kurt olanlar arasında mücadelesini verdi.
Ömrünün son döneminde davasının aracı olan partinin başına geçmek zorunda kalmasının gerçek bir anlamı vardır. O da onun, her şeye rağmen kalabalıklar içinde yalnız yaşayan bir insan olduğu gerçeğidir. Bir zamanlar davasını tek başına “savunan adam” oldu, öyle de kaldı.
Onunla birlikte bir dönem de bir daha açılmamak üzere kapanmış oldu.
Allah (cc) rahmet eylesin!