Türkiye son yıllarda normal gündemini kaybetti. Ülkede güneş, hemen her sabah bir şok, skandal ya da beklenmeyen olay üzerine doğuyor. Çoğu suni ve hormonlu olan bu gündemler de son derece hızlı ve yoğun bir biçimde değiştirilip dönüştürülüyor. İnsanlar meydana gelen bir olayı anlayıp kavramadan bir başkası başlatılıyor. Süratli bir biçimde meydana gelen bu şoka bulanmış gelişmeler de olağan ya da mantıkla açıklanma yeteneğini yitiriyor. Toplum  kime ve neye inanacağını bilemez hale geliyor. Bu durum siyasete, medyaya ve kitle iletişim araçlarına sahip olanlara gündemi diledikleri gibi yönetme izni veriyor.
Medya, meydana gelen her olayla ilgili olarak birbirine ters birden fazla yorum ve gerçeği piyasaya sürüyor. Rakip gruplar sineğin kanadından yağ çıkarma politikası izliyor. İktidar yanlıları meydana gelen olayları kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye çalışıyor. Sonuçta ortaya anlaşılması, açıklanması ve akıl edilmesi zor bir karmaşa çıkıyor. Olayları anlaşılamaz, açıklanamaz ve içinden çıkılamaz kılmak için hemen her kesim elinden her geleni yapıyor.
Meydana gelen olayları üretilmiş sisli ortamın etkisinden çıkarmak mümkün olmasa da yine konuyla ilgili olanlar bu arka planını okuyabilirler. Bunun için ortaya çıkan görüntüleri yargı, suç örgütü, darbe, demokrasi ya da vesayet kavramlarının tekelinden çıkararak düşünmek gerekir. Örneğin, Ümraniye baskını ile başlayıp Silivri ile simgeleşen operasyonlar, iktidara medya üzerinde tam hâkimiyet kurma imkânı vermiştir. Bu operasyonlar sayesinde Kanal B, Avrasya Tv, Kanal Biz ve Ulusal Kanal baskı altına alınmıştır. Bu arada Kanal Türk, Sabah atv ve diğer medya kuruluşlarının iktidar destekli sermaye tarafından satın alınması söz konusu olmuştur. Bu operasyonlarla eş zamanlı olarak başlatılan Doğan Medya Grubuna yönelik mali denetim operasyonları da bir biçimde amacına ulaşmıştır.
Balyoz operasyonları da sonuç itibarıyla TSK’yı sindirme, itibarsızlaştırma ve etkisizleştirmeye katkı sağlama biçimine bürünmüştür. Bu operasyonları iktidar açıkça TSK’nın kuvvet kademelerinin şekillendirilmesinde kullanmıştır.
Son şike ya da teşvik primi ile ilgili olarak başlatılan tutuklama ve göz altına alınmaların, Türkiye ligleri üzerinde hesapları olanlara büyük katkı sağlayacağı bellidir. Bilindiği gibi şikeyle ilgili göz altına almalar ve tutuklamalar  ’Sporda Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un yürürlüğe girmesiyle başladı. İlgili yasanın yürürlüğe girme tarihi 14 Nisan 2011’dir.
Elbette spor mafyadan, çeteden, şaibeden arındırılmalıdır. Spor insanlarının baronluk ve yasa dışılıklardan arınması gerekir. Yasalara aykırı davrananların kanun yakasına yapışmalıdır. Buna kimsenin itirazı zaten yoktur. Ancak “temiz spor”a gidiliyor adı altında sporun çok daha farklı amaçların aracı olarak kullanılmaması da gereklidir. Eğer son operasyonlar sporu iktidarın siyasi amaçlarının aracı haline getirmek için yapılmışsa, işte o zaman tehlike kapıda demektir. Şike ile ilgili olarak yapılan son operasyonların iktidarın değil hukukun gereği olarak yapıldığına inanmak istiyoruz.
Bu bağlamda sporu, siyasetin enstrümanı olarak kullanmaya kimse kalkmamalıdır. Ayrıca insanların ve kurumların haksız yere itilip/kakılması ve itibarsızlaştırılması da cinayettir. Hasta ve tıbbi bakıma muhtaç bir adamı hastane ile sorgu arasında getirip götürmek de insani değerler bakımdan çok doğru bir tavır değildir. Düşene vurmak, kalkana yalvarmak ahlaki bir tutum hiç değildir. Tepedekiler güçlü olduğu zaman onlara tapınmak; güçsüzleşip yere düştükleri zaman da onları tepmek her şeyden evvel ahlaki değildir.