Türkiye, savaş mı kaybetti de halkın haberi yok!

 
30Ağustos 1918’de Agamemnon adlı bir gemide İngiliz Amiral Galthorp’la Osmanlı Delegasyonu arasında Mondros Mütarekesi imzalanmıştı.
Padişah III. Selim’in bir ayaklanma sonucu öldüğü, ülkenin her yanında kaosun hakim olduğu, türeyen ayanların merkezi dinlemediği, her valinin başına buyruk olduğu bir dönemde padişah olan II.Mahmut ayanlarla bir araya gelerek onlarla 1808’de Sened-i İttifak adlı bir belge imzalamıştı.
İmralı görüşmeleri Mondros ateşkesindeki gibi gemi yerine Ada’da, Sened-i İttifak’taki ayan gibi teröristbaşı Öcalan ile devlet arasında imzalanmaya çalışılıyor.
Osmanlı Devleti 1.Dünya Savaşı’nı kaybettiği için Mondros’u imzalamak zorunda kalmıştı.
2013 yılı itibarıyla Başbakan Erdoğan’ın talimatıyla İmralı Adası’nda teröristbaşı Öcalan ile görüşmeler sürdürülüyor.
Türkiye Cumhuriyeti savaş mı kaybetti ki, bunun sonucunda terör örgütünün hükümlü lideriyle görüşüyor ve anlaşmaya varmaya çalışıyor!
Bunca şehit ve mücadele boşuna mı verildi?

 
Türkiye’de fiilen iki otorite 
meydana gelmiş bulunmaktadır!

 
Medyada uzun süredir “Çankaya’daki Abdullah ile İmralı’daki Abdullah” türünde başlık atanlar bunu tesadüfen yapmamışlardır. Bugün de “Türkiye’nin iki güçlü adamı: Erdoğan ile Öcalan bu sorunu çözer” şeklinde başlık atılmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin iki başlı, iki otoriteli bir yapıya doğru gittiğinin işaretleridir.
Devlet, örgütlenmiş siyasi otoritedir ve bugün İmralı’daki Devlet-Öcalan görüşmeleri, esasen Türkiye’de fiilen iki otoritenin meydana geldiğinin kanıtıdır.
Bu otoriteden birisi gücünü halktan, diğer silahtan almaktadır. Birisinin kaynağı kuralsız şiddet, diğerinin kaynağı hukuktur.
Birisinin yeri Ankara, diğerinin yeri ise İmralı’dır.
AKP, halktan aldığı egemenliği kullanma hakkını ve iktidarı, İmralı ile ortak kullanmaktadır!
Bu hem yanlış hem tehlikeli hem de iktidar olmanın yasasına aykırıdır. 

 
İmralı’yla görüşme ve 
hesaba katılmayan gerçekler

 
1. İktidar “terörle bir yere varılmaz” sözünü, teröristbaşını meşru bir muhatap olarak almak suretiyle tamamen geçersiz kılmıştır. Türkiye’de bu aşamadan sonra terörle değil terörsüz bir yere varılamayacağı düşüncesi geçerli olacaktır. 
2. Öcalan’ı terörün yok edilmesi ve silah bıraktırma konusunda kadir-i mutlak görmek yanılgıdır.
3. Türkiye’deki terör, bu dönemde hiç olmadığı kadar uluslararası şartlara bağımlıdır.
4. ABD ve İsrail’in bölgesel hedefleri, Türkiye-Suriye, Türkiye-İran, Türkiye-Ermenistan, Türkiye-Irak-Barzani ilişkileri, Türkiye’ye yönelik terördeki denklemden düşürülmeden terörü yok etmek düşünülemez!
5. Karayılan’ın, “görüşmeler önemli ama esas olan silahlı güçlerdir. Bizim doğrudan Öcalan ile diyalogda olmamız gereklidir” sözü Öcalan’ı denklemden düşürür niteliktedir.
6. Güneydoğu sorununun son derece kapsamlı ve tarihsel uzantıları vardır. Çok aktörlü, çok faktörlü, çok kronikleşmiş ve ağırlaştırılmış bir sorundur.
7. Devlet-İmralı görüşmelerine olağanüstü sonuçlar yükleyerek, aşırı beklenti ve umut yaratmak yanlıştır! 
8. Bu sorunu tamamen ve kökten çözeceğini söyleyenler, ya sorunun ne olduğunu bilmeyenler ya da doğruyu söylemeyenlerdir.
9. Gerçek şudur: Terör, bölücülük ve siyasi Kürtçülük Türkiye’de kurumsallaşmıştır. Öcalan dahil hiç kimsenin elinde sihirli bir değnek yoktur. “Abra kadabra” yöntemleri ya da “açıl susam açıl” söylemleriyle teröristlere kimse silah bıraktıramaz! 

 
AKP’nin açılımcı siyasetinden 
endişe duymak için yeterli sebep vardır

 
AKP, Kıbrıs sorununun çözülmesini engelleyen hususun 40 yıldır “çözümsüzlük çözümdür” diyen Denktaş zihniyetinin engellediği teziyle yola çıkmıştı.
Strateji olarak; Denktaş’ı gündemden düşürmek ve bir adım önde siyaseti izlemiştir. On yıllık AKP iktidarının Kıbrıs’ta Türkiye’ye getirdiği yer ortadadır!
AKP, Ermenistan sorununu da yüz yıllık sorun olarak değerlendirmiştir.
‘Spor’, ‘Peynir Diplomasisi’ uygulamaya kalkmış ve ardından Zürih protokollerini imzalamıştır.Yapılan anlaşma Türkiye ile Ermenistan ilişkilerini daha da kötüleştirdiği gibi Türkiye ile Azerbaycan’ın arasını da açmıştır.
AKP işbaşına geldiği andan başlayarak Türkiye’nin bütün komşularıyla düşman bir politika izlediğini söyleyerek, bunun yanlışlığına dikkat çekmiştir.
AKP, “komşularla sıfır sorun” stratejisini devreye soktuğunu açıklamıştır. Bu politika, bütün komşularla Türkiye’yi savaşın eşiğine getirmiştir.
Güneydoğudaki terör sorununu da AKP, 30 yıldır çözülmeyen sorun olarak değerlendirmiştir.
Denenmeyeni denemek, yapılmayanı yapmak, teşebbüs edilmeyene teşebbüs etmek gibi bir yaklaşım içine girmiştir. 2002 yılında aldığı sıfır terörü bugün itibarıyla getirdiği yer ortadadır.
Millet ve devlet hayatı; koy-kaldır, dene-yanıl, olmadı eskiye dön siyasetini kaldırmayacak kadar önemlidir.

 
Başbakanın söylediklerini 
tersinden okumak gerekir!

 
Başbakan Erdoğan, “4. Yargı Paketi’ni en kısa zamanda Meclis’e getireceğiz. Fakat şunu çok açık, net söyleyeyim. Teröre bulaşmış olanları bağışlayan genel bir af asla söz konusu değil. İmralı için de ev hapsi gibi bazı şeyler uydurup duruyorlar. Ak Parti iktidarında olmaz”.
Başbakanın on yıllık icraatı göstermektedir ki ne söylediyse tersiyle birlikte ifade etmiştir. Başbakan’ın ilk söylemlerinde “Rasmussen NATO’ya Genel Sekreter olamaz!” dedi... Rasmussen NATO’ya Genel Sekreter 
oldu. 
Başbakan “Zina bizim sorunumuzdur, Avrupa buna karışamaz” dedi... Avrupa karıştı... Avrupa’nın dediği gibi oldu...
Başbakan Erdoğan, “Libya’da NATO’nun ne işi var” diye sordu... Başbakan Erdoğan, Libya’ya NATO’yla birlikte donanma gönderdi...
Başbakan Erdoğan, “Füze kalkanı sistemi Müslüman ülkelerle aramızı açmaya yöneliktir” diyerek, Türkiye’ye kurulmasına karşı çıktı... Başbakan Erdoğan’ın onayıyla Kürecik’e Füze Kalkan’ı sistemi kuruldu.
AKP’li yetkililer bu çelişkileri şartların değişmesine bağlıyorlar... Şartlar değiştikçe değişenler politik tavır belirlerken şartların değişeceğini düşünmeleri gerçek siyasettir. Strateji de zaten bunu anlatır...
Burnunun ucunu dahi göremeyen, hangi adımın hangi sonucu doğuracağını önceden kestiremeyen iktidarlar, strateji körüdür. Türkiye on yıldır tam da strateji körü bir siyaset yürüten iktidarla karşı karşıyadır.
Uluslararası ilişkileri iyi okuyamayan, PKK’yı tanımayan, terörle mücadele konsepti olmayan ve örgütün amacından habersizler ancak örgütün tek yanlı silah bırakabileceğini düşünebilir.
Kaldı ki PKK, bugün uluslararası bir enstrümandır. ABD’nin, İsrail’in, Suriye’nin, İran’ın, Irak’ın, Ermenistan, Kıbrıs Rumlarının ve Yunanistan’ın doğrudan ya da dolaylı desteğine sahiptir. PKK’nın Kandil’deki beli kırılmadan, genelde de uluslararası bağlantıları koparılmadan silahsızlandırılması hayaldir.

 
Öldüren Kucaklama

 
“Öldüren Kucaklama” tabiri, öldürene kadar sevmek, sonra da ‘kullanıp atmak’ anlamında kullanılmaktadır. Cüneyt Zapsu, ABD’lilere Erdoğan’ı “süpürmeyin kullanın” derken böyle bir ilişkiden söz ediyordu.
ABD’li tarihçi Tarpley, bu bağlamda olmak üzere AKP iktidarının Amerika ve İngiltere’yle olan ilişkilerini ‘Öldüren Kucaklama’ olarak tarif ediyor. Tarpley, İngiliz ve Amerikalıların Türkleri öldürene kadar seveceklerini söylüyor. ABD’nin Türkiye’yi Suriye’ye karşı kullanacağını ve meydana gelen çatışmanın modern Türkiye’yi yok etmek için kullanacaklarını iddia ediyor.
Tarpley, Simon Hersh’in şu görüşlerini de iddialarının gerekçesi olarak ortaya koyuyor: PKK, CIA’nın desteklediği bir örgüttür. CIA, PKK’yı İran’a karşı kullanmaktadır. Yakın geçmişte Fransa’da Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın eşi Danielle Mitterrand, PKK’nın koruyucu azizesiydi. Bir yıl önce, İsrail Dışişleri Bakanı Liberman, Mavi Marmara’daki davranışından dolaya Türkiye’yi cezalandırmak için İsrail’in PKK’yı destekleyeceğini söyledi. NATO’nun Yunanistan aracılığıyla PKK’yı desteklediği haberleri vardı.
Tarpley’in analizine bölge ülkeleriyle Türkiye arasında yaşanan gerilim ilave edildiğinde, durumun vahameti ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri karşılıklı ajitasyonlara varacak boyutun da ötesine geçmiştir. Irak’taki Maliki hükümeti Türkiye’ye yönelik tehdit savurur haldedir. İran ise neredeyse “ilk hedef Türkiye” demektedir. Bu üç ülke de Türkiye’nin en zayıf yanı olan PKK üzerinden Türkiye’yi vurmaktadır. 
Tarpley, Türkiye’nin kevgire dönmüş olan istihbaratına, Başbakan’ın resmi konutunda dahi dinlemek amaçlı olarak yerleştirilmiş “böcek” konusuna girmiyor. Tarpley, Türkiye’nin güneyindeki ABD’nin faaliyetlerini ve manzarayı şöyle anlatıyor: “Türkler, güney bölgelerinin tamamını CIA’ya devrettiler. Oralarda CIA başıboş, kontrolsüz dolaşıyor. İskenderun otellerinde CIA cirit atıyor. Oteller, El-Kaide teröristleri ile dolu. CIA, Adana yakınlarındaki İncirlik Üssü’nden, bölgeye getirdikleri teröristleri kullanıyor. Bunun Türkiye’ye dönüşü feci olacak” diyor.
Türkiye, kendisini ilgilendiren çok yönlü, çok faktörlü, çok aktörlü ve çok boyutlu gelişmeleri izlemek ve gerekli önlemleri almak yerine, eskilerin tabiriyle idareimaslahat ederken yabancı istihbarat servisleri icray-ı sanatına devam ediyor. 
Türkiye medyası Öcalan güzellemeleriyle meşgul, İmralı’daki hükümlü “barış havarisi” olarak ilan edilmiştir. PKK ‘ha silah bıraktı, bırakacak’, ’PKK, silahlı güçlerini Türkiye’den çekti çekecek’ söylemleri almış yürümüşken Kandil ’güç bende’ mesajı veriyor. Tam da bu sırada yüz kişiyi aşkın teröristiyle Karataş Karakolu’na saldırıyor. Bir başka haber de şöyledir: Irak’ın kuzeyindeki Zap Kampı’ndan kalabalık bir PKK’lı grubun Türkiye’ye sızmaya çalıştığı tespit edilmesi üzerine, TSK sınır ötesi hava operasyonu düzenliyor. İmralı ile görüşmeciler silahlı PKK güçlerinin sınırın ötesine geçeceği iddialarında bulunurken, Kuzey Irak’tan PKK’lılar silahlarıyla birlikte Türkiye gelirken hava harekâtına muhatap oluyor! 
Bu durumda bilumum İmralı işbirlikçileri hem kendilerini yanıltıyor hem de halkı aldatıyorlar.
ABD’yi deniz ya da su; Erdoğan’ı balık; PKK’yı karınca olarak düşündüğünüzde şöyle bir hükme varmamız mümkündür: Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yiyor... Sular çekildiğinde de karıncalar balıkları yiyor. Bu durumda kimin kimi yiyeceğine, balıklar ve karıncalar değil sular karar veriyor! Dahası var. Yalnız kimin kimi yiyeceğine değil, kimin silah bırakacağına da ABD karar veriyor ya da vermiyor!

 
Yapılması gerekenler şunlardır

 
* İmralı’yla görüşmelere derhal son verilmelidir. Devlete ve millete diz çöktürme faaliyetleri durdurulmalı buna teşebbüs edenler hakkında yetkili makamlar harekete geçmelidir.
* Başbakan Erdoğan ve onun görevlendirdiği Hakan Fidan, anayasadan ve yasalardan almadığı bir yetkiyi kullanmaktadır. Kendini anayasa, yasa ve hatta devlet üstü görerek fiili durum yaratanlar hakkında gereken yapılmalıdır!
* Devlet, bölgede yurttaşların güvenliğini en üst düzeyde sağlamalıdır. Bölge halkı öncelikle PKK’nın rehinesi olmaktan kurtarılmalıdır. 
* KCK adlı paralel Kürt çatı devlet yapılanması dağıtılmalıdır.
* PKK kamplarının bulunduğu bölge, Kandil dahil tampon bölge ilan edilip terör unsurlarından temizlenmelidir.
* Demokratik hak ve özgürlükle ilgili konular, anayasa bağlamında herhangi bir kişiyle konuşulup tartışılarak değil demokratik hukuk devletinin gereği olarak devlet tarafından tartışmasız verilmelidir.
* Düzenlemeler etnik değil millet, bölgesel değil ulusal, kısmi değil milli temelde yapılmalıdır.
* Türkiye’de devlet içinde devlet, millet içinde millet, dil içinde dil, sınır içinde sınır yaratacak gelişmelere son verilmelidir.
 
Erdoğan ne derse tersi oluyor
 
Başbakan’ın ilk söylemlerinde “Rasmussen NATO’ya Genel Sekreter olamaz!” dedi... Rasmussen NATO’ya Genel Sekreter oldu. Başbakan “Zina bizim sorunumuzdur, Avrupa buna karışamaz” dedi... Avrupa karıştı... Avrupa’nın dediği gibi oldu... Başbakan Erdoğan, “Libya’da NATO’nun ne işi var” diye sordu... Başbakan Erdoğan, Libya’ya NATO’yla birlikte donanma gönderdi...