Hastalıklı et ithali konusunun üzerinden günler geçti ve tıpkı diğerleri gibi bu haber de unutuldu. Ancak biz gündem de tutmaya kararlıyız. Önce konuyu kısaca hatırlayalım;
Basında yer alan vahim bir iddiaya göre; Türkiye ‘nin 2011-2012 yıllarında Polonya’dan ithal ettiği yaklaşık 3 bin sığır etinde Deli dana hastalığına rastlanmış. Durum Polonya’nın, başlattığı bir soruşturma kapsamında Türkiye’den yardım istemesiyle ortaya çıkmış. Hani bizimkilerin haberi bile olmamış diyeceğim ama Tarım Bakanlığı yetkilisi, Polonya’daki Deli dana salgınını doğrularken, olayın Türkiye ile ilgisi bulunmadığını öne sürmüş. (Cumhuriyet) Yani Türkiye’ye getirilen etlerde Deli dana hastalığına rastlanmamış. İyi ki de rastlanmamış zira Allah’a emanet yaşıyoruz…
Gıda terörü Türkiye’de özellikle de kanserin yaygınlaşmasıyla can almaya devam ediyor. Sorumsuz ve acımasız yetkililerin, menfaat uğruna ülke de yenecek sağlıklı bir gıda ürünü bırakmadığı bilinen bir gerçek. Tüm bunlar tamam da bu olayda bana göre hastalıklı etlerin ithal edilmesinden daha korkunç bir gerçek var o da uzmanların bir soruya verdiği cevap…
Soru; “Tahlil sonuçlarına baktınız mı?
Cevap; “Bize sonradan gönderilen tahlil raporları Polonya dilinde yazıldığı için ne yazdığını anlamadık” 
İşte bu cevap, Türkiye’de işlerin nasıl yürütüldüğünün çarpıcı bir itirafıdır…
“Lisanını bilmediğin ülkeden neden alış veriş yapıyorsun?” diye soracağız ama biz de çok şükür aptal değiliz. Uzmanların tüm dünya dillerini bilmelerinin mümkün olmadığını biliyoruz. Bu durumda sorunun, hazırlanan belgelere Türk konsolosluklarında tercüme ettirilmiş birer nüshalarını ekleyerek ya da tahlil raporları sonradan gönderildiyse, Türkiye’de ki yeminli tercüme bürolarında tercüme ettirilerek çözülmesi çok zor bir işlem olmasa gerek. Kaldı ki iş bittikten sonra gelen tahlil raporları tercüme ettirilse neye yarar! Bu durumda “uzman” dedikleri kişiler ya ehliyetsiz yani işi bilmiyor, ya umurunda değil, ya da üç beş kuruşa bazı usulsüzlüklere göz yumuyor…
Türkiye’ye kaçak ya da kayıt dışı yollardan başka gıda ürünleri de girebiliyor. Örnek; Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) Hani şu mısırdan üretilen ve kimyasal bir takım işlemlerden geçirilen mısır şurubu… Geçtiğimiz yıl 350 bin ton civarında kaynağı ve kimliği belirsiz şeker yediğimiz ortaya çıktı. Uzmanlar, pancar satışının azalıp şeker tüketimin artmasını NBŞ üretiminin yükselmesine ya da kaçak yollardan ülkeye kimliği belirsiz şeker girmesine bağlıyorlar. Sonuç, yukarıdaki tespitlerimizi haklı çıkartacak nitelikte…
Evet, bugün Türkiye’de yaşanan gıda terörü, beton terörü, etnik ve dinî terör ve benzerlerinin yaşanmasının bir tek sebebi vardır; para… Kısaca insanın içine düştüğü ahlâksızlık çukuru…
Her köşesinde bir camisi olan, imamlar ordusu besleyen, 7-8 bakanlığın bütçesinden fazla bir bütçe tahsis edilen dev bir Diyanet kurumuna sahip olan, 24 saat dillerinden Allah, peygamber Kur’ân kelimelerini düşürmeyen Türkiye’ de paraya tapanların sayısı gittikçe çoğalıyor.
Diğer taraftan da çalıyor, çırpıyor, rüşvet alıyor, hastalıklı ya da kaçak gıdaların piyasaya sürülmesine göz yumuyor.
Ne için? Para için…
Her şey dönüp, dolaşıp paraya dayanıyor.
Sevgili kardeşlerim; “Hem Tanrı’ya, hem de paraya (mamon) kulluk edemezsiniz!”
İkisinden birini tercih etmek zorundasınız. Her iki dünyada da akıbetiniz tercihinize bağlıdır.
Bugün görevinizi hakkıyla yerine getirmemek gibi bir özgürlüğünüz var elbette… Bu sayede kendinize rahat ve konforlu bir yaşam da sağlayabilirsiniz. Vatandaş hastalıklı et yemiş, NBŞ kullanmış ne gam! Ama unutmayınız ki “İlâhi adalet” diye bir gerçek var… Madem bu ülkede beşeri adalet uygulanamıyor o zaman İlâhi adalet er ya da geç devreye girecek ve cezanızı verecektir…
O vakit sizi para tanrınız da kurtaramayacaktır, bilesiniz.
Tülay Hergünlü
İstanbul, 30 Mayıs 2018