Bahçenin köşesinde görkemli bir alıç ağacı var. Çocuk o ağacın üst dallarına çıkıp kendisine bir yer yaptı. Uçağa benzesin istedi alıç. Niğde kalesini şimdi daha iyi görüyor. Kuşlar daha yakın. Uzakta kaldı çiçekler ve oyuncaklar.

Kır bağlarının mor sümbülü meşhur. Çayır çimen içinde sarı papatyalara komşu mor sümbüller biterdi. Arılar konup konup nasiplenirdi. Çocuk mor sümbüllere, sarı papatyalara koşuyor. Arılardan korkuyor korkmasına ama yine de bildiğinden vazgeçmiyor. Birazdan arkadaşları gelir. Meşin çanta ve okul önlüğü bir kenarda duruyor. Oyundan ötesi yalan diyorlar. Akşama dek kan ter içinde koşuyorlar, zıplıyorlar.  Dinleri, imanları oyun bunların.

  Çerçi Bekir’in uzaktan sesi duyuluyor. Demir, bakır ve atık yün karşılığında çekirdek, kırık leblebi, keçi boynuzu veren o gül yüzlü, nuranî adam. Çocuklar şimdi Çerçi Bekir’e doğru koşuyorlar. Tek teker küçük tahta arabaya ne çok şey sığdırmış. Rengarenk bir alem bu. Biriktirdikleri metaller karşılığında elde ettiklerine bakıp bakıp seviniyor çocuklar. Çalışmak, kazanmak neymiş anlamaya başladı keratalar. Çocuklar avuçlarındaki yemişleri ceplerine doldurup oyun alanına doğru seğirttiler. Çerçi Bekir güne iyi başladım diye sevindi. Uçuşan kuşlara göz ucuyla bakıp alın terini sildi ve şapkasını düzeltti. Çerçi Bekir’in dilinde bir türkü: “Yine yeşillendi Niğde bağları”

  Mahallenin bir Mustafa’sı var. Kendi âleminde hür Mustafa. Kimseye eyvallahı yok. Kimseye küs değil, kırgın değil, düşman değil. Kendi ile barışık; insanlar ile barışık. Ayak topu oynayan çocukları seyrediyor şimdi. İri vücudu oturduğu yerde arada bir sallanıyor. Kumral saçları ışığını kaybetmiş ve dağınık. Yüzünde toz ile karışık ter izi. Gülüyor Mustafa, gülüyor Mustafa, gülüyor. Kimse aldırmıyor ona. İşte buna dayanamaz Mustafa. Bir gök gürültüsü gibi ayak topu oynayan çocukların arasına ansızın dalıyor. Şimdi bir kaçışma, bir şamata... Hiç bitmeyecek gibi bu kargaşa ama Mustafa yoruluyor. Bir taşa oturup derin derin nefesleniyor. Çocuklar etrafında toplanıyorlar. Kuşlar o yöne kanat çırpıyor. Mustafa sürekli yere bakıyor. Aralarında bir sessizlik büyüyor.

  Öğle ezanı okunuyor. İhtiyar baba çatal kapıyı usulca açıp mahalle camisine doğru yürüyor.

  Kalın yün ceketi altında yılların ağırlığını taşıyor. Nice acılar, kederler yaşamış. Yine de yılmamış, yıkılmamış. Oğlu kızı daha küçük. Dertler, kaygılar gün gün çoğalır.“Çocuklar gibi olmak” ne güzel der, onlara imrenir. Gelecek ne getirir, ne götürür bilinmez. Elinde tespih, dilinde dua dua…  “Yakup” denildiğinde çoğalıyor hüzün.

  “Akbaş” namında bir genç var bu mahallede. Ayak topunda üzerine yok. Nasıl oynuyor zalım, rüzgâr gibi. Tutana aşk olsun. Sarı plastik bir topu var. Alındığından beri aylar geçti; oyna oyna patlamaz. Mahallenin has futbolcusu Akbaş. Takım kuran o, ilerde oynayan o, golleri atan o. Biz kaleciyiz birader. İyi kaleci aslında bulunmaz bir nimet. Düşünsene, kalende gol görmeyeceksin. Kurtardığım her şuttan sonra yağmur gibi yağardı ödüller. Hey gidi Akbaş, maç sonrasında koşardı eve. Ekmek arası sucuk getirirdi şişman kaleciye. Kadir kıymet bilmek böyle bir şey işte. Kıssadan hisse gol yemek istemiyorsan başarıyı gör ve ödüllendir.

  Bahçede koşup oynarken Sultan’ın kolu çıktı. Bir feryat, bir feryat… Yer gök yıkılıyor.  Sınıkçıya götürüldü. Sınıkçı sarmış sarmalamış. Bir de dirsek kısmına bal sürün demiş. Bin meşakkatle bir kâse bal buldu anam. Pencere kenarında duran altın sarısı ışıltı gözümü alıyor. Yaklaştım usul usul bir kâse bala. Ne tatlı, ne güzel, ne şirin; bal gibi dedikleri kadar var. Ertesi gün anam pek öfkeli idi. “Pencere yanında duran bal nerede?” diye seslendi. Sessizce ayrıldım evden. Şu öfke selinden kurtulmalıyım. Yürü yürü ayaklarıma kara su indi. Neylersin, şehirde akşama dek gezdim. Eve varsam bir türlü, varmasam bin türlü. Hele akşam olsun, akşam olsun; anam sakinleşir belki.

  O yıllarda kalede bir çay bahçesi vardı. Havuz etrafında sıralanmış masalar. Salkım söğütler altında serinlik hüküm sürüyor. Çocuklar ve  gençler ile dolu cıvıl cıvıl bir ortam. Şu sıcak günlerde bir özge diyar Niğde Kalesi. Serinlik bahş eden esinti burada hiç kesilmez. En uzun, en güzel teneffüsler için inşâ edilmiş sanki. Dersi kıran buraya geliyor. Sizi kaçaklar sizi! Hiç inkâr etmeyin yakası açık gömlek ve yönünü şaşırmış kravat konuşuyor. Neyse, ağzımızın tadı kaçmasın şimdi. Bakın şu gördüğünüz Alâeddin Camii. Taş işlemeli kapısı meşhurdur. Sabah saatlerinde o kapıda ışık-gölge sayesinde bir gelin başı görünür. Nasıl da mahirmiş usta! Alâeddin Camisine komşu bir camii daha var kalede. Selçuklu karşısında sesini yükseltmeyen Osmanlı eseri şirin bir camii bu. Düşünen, yapan iyi insanlara rahmet. Şu topraklar üzerinden kimler geldi, kimler geçti? Karşı dağlara, karlı yamaçlara bakıp tefekkür etmenin zamanıdır şimdi. İşte geldik gidiyoruz.

  Geniş merdivenlerden aşağıya doğru iniyoruz. Haydi, pazar yerine gidelim. Şu meşhur söze konu olan pazar yeri. Sözün bir yerinde Bor, bir yerinde Niğde var. Evet, hatırladınız şimdi. Bu sözün hikâyesini bir vakit, bir amca anlatmıştı. Şöyle ki: Bor’un bir köyünde yaşayan bir ademoğlu pazar alışverişi için hazırlığını yapar ve seher vakti yola çıkar. Az gider uz gider bir ağaç gölgesi görür. Oturup dinlenmek ister. Lakin yorgunluktan olsa gerek uyuyakalır garibim. Etrafında ‘nereden gelip nereye gidiyorsun’ diyecek birisi de yok. Bir müddet sonra uyanır uyanmasına ama vakit de epey geçmiştir. Ah vah eder hemen yola koyulur. Bor pazarına gelir ama pazar yeri dağılmış. Yükünü toplayan gitmiş. Hemen orada gezinen kişiye sorar “Kardeş bugün Bor’un pazarı idi. Hani nerede, dağılmış millet, bu tenhalık niye?” Şaşkın ve çaresiz…  Ne yapacağını bilmez bir haldedir. O kişi hemen cevap verir: “Ağam, Bor’un pazarı bu vakte kalmaz. Sen çok geciktin ya hu. Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye”

  Perşembe pazarının üst tarafında uzayıp giden bir bedesten var. Yürüye yürüye yol mu aşınır. Devam öyleyse. Şu karşı uçta görünen büyük yapı Sungur Bey Camii. Niğde’nin tarihi kökleri burada saklı. Sungur Bey, Niğde’nin ilk valisi olarak biliniyor. Niğde’yi imar etmiş, inşâ etmiş ve çok dua almış bir mübarek zat. İçeri girince bir ferahlık hissediyoruz. Taşı işleye işleye nasıl da latif kılmış cedlerimiz. Bizi güzel eyleyen düşüncenin güzel eseri. Yangınlar yaşamış Sungur Bey Camii ve maalesef bir devirde yalnız bırakılmış. Sonra çatısı yeniden onarılmış ama o köklü gövdeyle uyuşmayan bir çatı bu. Sarı taşlar üzerinde elimi gezdirdim. Yılların yorgunluğundan olsa gerek duvardaki bazı taşlar adeta erimiş ve çözülmeye durmuş. Eyvah, o koca sarı taş işte pul pul dökülüyor. Aman dostlar bir çare!

  Gümüşler, Bahçeli, Kemerhisar, Üskül, Sazlıca, Hacıbeyli, Dündarlı, Fertek ve şimdi ismini sayamayacağım diğer köy ve kasabalarımız yıllarca hep elma ile anılmıştır. Lisede talebe iken üç beş kuruş kazanalım diye elma bozmaya giderdik. Elma yüklü dallar kırılacak gibi sarkardı. Ağaçtaki o ağır yükü kovalara aktarıp aşağıya indirirdik. Dallar doğrulmaya başlardı. Ağaç adeta bir nefes alırdı. Ve sandıklar doldukça mutluydu iri elma yanaklı bahçe sahibi.

  Ova köylerinde, kasabalarında patates ekimi aldı yürüdü. Bereketli dönemler yaşandı. Gün geldi kazandı çiftçi, gün geldi kazanamadı. Yaz tatilinde Misli Ovası benim için ayrı bir şenlik idi. Patates tarlasında, çamura bata çıka yağmurlama değiştirdiğimiz o günler… Sarı sıcağın altında uzayıp giden bir tarlada çapa yapardık, ayrık otu yolardık. Yorgunluktan sonra yenen acı menemeni ve üzerine içilen tavşankanı çayı hiç unutmadım.

  Şimdi balıkçı esnafının olduğu yerde seksenli yıllarda bir kitapçı vardı. Orta boyda, ak sakallı, gözlüklü bir amca işletirdi o dükkânı. Pazara her gelişimizde annemin elinden tutup zorla o dükkâna getirirdim. Kitap alınacak, al; kitap alınacak, al. Paramız yok dese de dinlemezdim. Ne yapsın işte söz dinlemez bir evlat, çarşı ortasında sızlanıp duruyor. Dayanamazdı o çekişmeye ve kabul ederdi. Ne hoş kokardı o kitapçı dükkânı. İlk kitaplarımın bir kısmını oradan almıştım. Şimdi o güzel dükkânın yerinde yeller esiyor. Canım kitapçı dükkânları hayatımızdan, şehrimizden çekildi. Şimdilerde oyuncak satıyorlar, kırtasiye ürünü satıyorlar ama kitaplar yok. Şehri güzelleştiren ve anlamlı kılan kitapçı dükkânlarını şimdilerde daha çok arar olduk. Biri duysa sesimizi de kitaba yatırım yapsa ne iyi olur.

  Çarşı dediğin keşifler yurdu. Hele çocuklar, gençler için bulunmaz bir şenlik. Çarşıya yaptığımız her seferden yeni keşifler ile döndük. Paranın nasıl kazanıldığını boyacı sandıkları, simit tablaları sayesinde öğrendik. Paranın nasıl kaybedildiğini ise senede bir kurulan lunaparkta şans oyunları, atari oyunları ile öğrendik. Acı ama öğretici bir deneydi.  ‘Hayat’ denilen soyut kelimeyi böylelikle tanımış olduk. Yol genişletme çalışmaları kapsamında eski dükkânlar yıkıldı. Bir cadde oluştu. Yeni zamanlar için bir hazırlıktı bu. Bizler bu arada büyüdük çoluk çocuğa karıştık. Rüzgâr artık sert esiyor, kırıyor dallarımızı. Yeni Çarşı, ah hatıralarımızın üzerine inşâ edildi.

  Hüdavend Hatun türbesi güzel, şirin bir parkın içinde yükseliyor. O müstesna usta, taşı nasıl da inceden işlemiş. Sabır, dua, gayret ile ölümü munis kılmış. Korkutmuyor mezar, sadece solmaz gerçeği hatırlatıyor. Yitirilmiş bir değer için adanmış bu emek. Hatırlansın diye yapılmış. İnci gibi yeniden görünür olmuş. Vefanın ve derin sevginin bir yansıması Hüdavend Hatun türbesi. Etrafında türlü çiçekler, çimenler ve çocuklar…

  Akşam oluyor. Eve dönme zamanıdır. Bu toprak, bu gök, bu bahçe, bu dağ hâsılı bu şehir yüreğimde yankılanıyor. Bende karşılığı olan şehri yazmaya çalıştım. Bize dair anılar, yaşantılar, resimler… Şu zaman dediğimiz kıyıcı akıştan kurtarabildiklerim. Sözün özü “ bakî kalan gök kubbede hoş bir seda imiş.”

Murat SOYAK kimdir?

Murat Soyak, Niğde’de doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Niğde’de tamamladı. Marmara Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. “Gül Aydınlığı” edebiyat dergisini çıkardı. Bir dönem gazetelerde kültür, sanat, edebiyat yazıları yazdı. Yedi İklim, Çerağ, Yitik Düşler, Ay Vakti, Likâ, Eğitim, Türk Dili, Ardıç, Kardelen, Berceste, Akpınar, Beyaz Gemi, Değirmen, Edep, Mesel, Asi, Kara Tahta, Bir Nokta isimli edebiyat-sanat dergilerinde şiir, hikâye ve denemeleri yayımlandı. Eserleri: Irmaklarca (Şiir, 2006),  Bahar Sürgünü (Deneme, 2010), Acı Ceviz (Öykü, 2011), Direniş Taşı (Şiir, 2012), Kırk Öykü (Öykü Seçkisi, 2013), Toprağın Derin Çağrısı (Şiir, 2021)