Yazı yazmak değil benimkisi. Bir anlam da içini dökmek.  Nasıl mı? Bayram, bayramlıktan çıkmış ülke kan ile revan, teknik direktörler bile “futbol konuşmayalım ülke kan gölü ”derken benimkisi yürekte duyulan acının dışa vurmuş hali.
 
       Çok iyi biliyorum böylesi anlarda barışı yazmak, barışı talep etmek en zor şey. Ama inat ve ısrarla gören gözün, düşünen beynin ve vicdanlı her yüreğin istemesi gereken en acil talebi barış olmalı diye düşünüyorum.
 
       On binden fazla asker, yüzlerce tank, yüzlerce obüs, sahra, havan topu, yüzlerce paletli, paletsiz zırhlı savaş aracı, yüz küsur uçak, bir o kadar helikopter... Evet, Şemdinli harekâtına katılan askeri güçler bize böyle servis edildi! Ve fakat bunun bir ordu olduğu, durumunda bir savaş hali olduğu inat ve ısrarla kamuoyundan saklandı!
 
     Saklandı da ne oldu? Evet, olan oldu! Acı Gaziantep’ten yüreğimize, ta ciğerimize düştü.3 yaşındaki masum yavruların ölümü, terörün, şiddetin, savaşın ortak haberidir artık. Masumların ölümü, savaş politikalarının ortak keseni ve akan kandan karşılıklı beslenmesi olduğu apaçık bilinmelidir.
 
     Kan gölü deryasın da “barışı” yazmak, “barışı” talep etmek, ”barış hemen şimdi” demek elbette zor. Ama dememek, görüp, görmezden gelmek, duyup duyumsamazlıktan gelmek kısacası “üç maymunu” oynamak bence daha zor! Onun içindir ki coğrafyamızın “o” tarafından bi haber “uzmanların” yazılarını okudukça yazmam elzem oldu!
 
     Öncelikle Şemdinli’nin “Ş” kısmına bile ayak basmamış, orada ne olup bittiğinden habersiz bir takım “uzmanlar”, birden, ansızın, şapkadan tavşan çıkarırcasına, bölgede yaşanılan gerçekliği saptırmak ve kamuoyunu yanlış yönlendirmek için ve elbette ki kamuoyunun aşkınlığı gidermek için bir kendi “zafer” masalı bol, bol vaaz ettiler.
 
     “PKK’lı Kürtler” meğer Şemdinli’yi “ele geçirmek” istemişler, Taha Akyol’un ifadesiyle, “sivil halk” bu “stratejiyi” devlete bildirmiş, devlet de, PKK’den daha hızlı davranaraktan Şemdinli’yi kurtarmış... Lakin “Antep’i” pas geçmiş!
 
      Böylece “Şemdinli’de ne oluyor? ”Antep’te yaşanan ne? Sorusu yerine, “Şemdinli’de ne olmuyor?” “Antep’te yaşanan ne?” Soruları sorulmuş gibi yapılıp, aslın da  üstü örtülmek isteniyor. Bu aynen günlük yaşamız da yer alan  “Ne var, ne yok” söylemimiz gibi bir şey.  Var olanları somut, sayarsın. “yoklar” ise sonsuzdur. Şemdinli’de, Antep’te “ne var, ne yok?” sorusuna “Şemdinli’de Şemdinli’nin işgali yok, Antep’in bombalı saldırılara” açıklığı yok gibi yanıtlarla işi idare etmek mümkün mü?
 
      Ama soru ve sorun tüm yakıcılığı ile ortada duruyor: “Şemdinli’de ne oluyor? Antep’te yaşanan ne? Bu konuda beğenin ya da beğenmeyin “Kürt tarafı” konuşuyor. Hem de ayrıntılı ifadelerle konuşuyor. “Türk tarafı” ise maalesef susuyor. Öyle ki, ana muhalefet partisi CHP Genel Başkanı, “ben Halep’te ne olduğunu biliyorum, ama Şemdinli’de ne olduğunu bilmiyorum” diye bilmekte! Hükmet ise kendi yalan beyanlarını tekrar etmekten öte hiçbir demeç vermemekte!
 
       Suriye’nin ta içlerine giren “gazeteci” medyatörlerimiz, Halep’ten, Hama’dan, Suriye’nin başkenti Şam’dan bir biri ardına haber yaparken Şemdinli den, Antep ten haber yapmamakta!
Yaygın medyada “köşe” tutanlar siyasi iktidarın ve Genel Kurmayın basın danışmanı gibi yazı yazarak gazetecilik yaptığını sanmakta Hâlbuki Gerçek gazeteci Başbakan’ı yakaladığı yerde mikrofonu, teybi dayayacak ve soracak: “Sayın Başbakan bu nasıl iş, on bin askere, yüzlerce tanka, uçağa, topa rağmen yirmi gündür hala çatışmalar sona ermedi? Antep e bomba yüklü “otobüsler” le saldırı düzenleniyor PKK’lılar sınırları yolgeçen hanı mı yaptı? Kendilerine mühimmat fabrikası falan mı kurdu? Bu iş öyle üzerinde birkaç yedek şarjör taşıyan “şaki” işine pek benzemiyor, ne diyorsunuz bu işe?
 
       Ağır silahlara ne diyorsunuz? Doçkaların sabahtan akşama kadar mermi yakmasını askeri-lojistik açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz? Heronlarınız, neronlarınız, MİT’iniz Jiteminiz sınırdan 35 hatta 100 kilometre içerde böyle büyük bir “terörist” saldırıyı nasıl oldu da duduyum alamadı?” Diye sora bilir mi? Elbette soramaz. Majestelerinin basını “majestelerini” küstüremez.
 
       Ama vicdanı olan, gören fakat susmayan, bunları yazmamayı kendine “zul” sayan her duyarlı yürek siyasal iktidara şu son soruyu her yerde sormalı: Türkiye gelecekte Şemdinli de olduğu gibi “yirmi gün” değil de “yüz yirmi gün” savaşlarıyla karşı karşıya kalmamak için, Antep te olduğu gibi patlayıcı dolu araçlarla çoluk çocuk katledilmemek için ne yapmalıdır?
       Hayır, ne soruluyor, nede soranların önünü açıyorlar. Haa! Nemi yapıyorlar? İşten atıyorlar, zindana tıkıyorlar, yâda ben gibi sürgün ediyorlar.
 
       Bu kafayla ne aydın olunur, ne entelektüel nede “köşe yazarı.”. Elbette ki böylesi “pısırık” aydınların, gazetecilerin, köşe yazarlarının olduğu coğrafyalara “barış” geç gelir. Barışı istemek, “akan kan dursun” demek dünden daha zor olsa da inadına ve ısrarla “gören göz için, vicdanlı yürek için” elbette ki tüm insanlık için birincil görev savaşı değil, barışı talep etmek olmalı. Her ne kadar zor olsa da Barış hemen şimdi diye sokaklar, alanlar çınlatılmalı! Evlatlarımıza onurlu gir gelecek bırakmak istiyorsak önümüzdeki 1 Eylül Dünya Barış Gününde ülkemizin tüm şehirlerinde alanlara çıkılmalı ve BARIŞ’ın sesi yükseltilmelidir.