Cumhurbaşkanlığı makam forsu üzerinden yürütülen tartışmalar zarfa değil mazrufa bakar nitelikte yürütülerek fors imgeselinin üç boyutlu olarak merdivenlerde canlı kanlı görünmesinden kaynaklı olarak tartışmalar her mecrada sürdürülmekte.
 
     Cumhurbaşkanının “16 Türk devleti” müsameresi gerçekten içeriğinden kopartılarak ve fakat tekçi eril devlet anlayışını saklayarak kadim insanlık tarihini yalnız ve yalnız Türkler yapmış gibi 1930’ların uyduruk “Güneş Dil teorisinde” kaynağını bulan ve başkaca bilimsel bir gerçekliği dayanmayan önermeleri “kelli felli bilim insanlarının genel akım medyada tartıştığını hep beraber gördük.
 
     Evet, çokça tartışıldı. Sosyal medyada bolca hiciv konusu oldu. Temsili “16 Türk devletinin, bazılarının “Türk” olmadığı, bazılarının “Türk” olup olmadığının belirsiz olduğu, bazılarının “tam devlet değil devlet öncesi beylik düzeni” olduğu, 8’inin “İslam öncesi devletler” olduğu, çok sayıda başka eski “Türk” devletin temsil edilmediği, vb söylendi. Çoğalta biliriz “Anadolu Selçuklu Devleti” neden yok Altınordu devleti yerine KKTC konmak istendi lakin olmadı vb.
 
     Tartışmalarla üstü örtülmek istenen bence en önemli konu cumhurbaşkanlığı makamının tüm toplumu temsil ettiği gerçekliğidir. Toplumumuzun sanki tek bir etnik kökenden gelmişçesine ve cumhurbaşkanlığının da yalnız ve yalnız o etnik kökene aitçe sine kurgulanması tekçi ve yok görücü egemen devlet aklının tezahürüdür. Tarihsel olarak kuruluş ve inşa dönemlerine denk gelen bu türden söylemler o anın ihtiyaçları içerisinde anlaşılır ola bilse de 21. Yüz yılın 15. Yılında bu söylemlere körü körüne inanılması ve dahi tartışılması düşündürücüdür.
 
     Bu topraklarda eski Kürt, Ermeni, Rum, Pontus ve Alevi devletlerinin de kurulmuş olduğu bilinmiyor mu? Elbette biliniyor. Ee. Bu halkların, inançların temsilcileri az veya çok hala bu topraklar üzerinde yaşamıyor mu? Yaşıyor. O vakit inatla bu tekçi söylem niye? Niyesini de ben anlatayım.
 
      Egemen siyasal anlayış bu müsamere kıtasıyla “dine dayalılık” ile yetinmeyip soya dayalılığı” da yeniden ikame ederek, yeni bir Türk-İslam Sentezi formatıyla 2015 genel seçimlerine giderken hangi karta oynarsa kaç puan oy alacağı hesabıyla sondalama yapması bir yana tüm ideolojik formasyonunu bu tekçi anlayışa dayanak yapması bilinçli bir tercihtir.
      Kostümlerin “tamamen uyduruk ve fantezi ürünü, oyunculuğun berbat” olduğunu söyleyerek olaya teatral estetik açıdan yaklaşanlar da oldu. Devletlerin bu tür müsamerelerle, “tarihi meşruluk ve geleceğe dönük süreklilik imajı” yaratmaya çalıştıkları, oysa “16 Türk devleti” efsanesinin 16 devlet batırmış olmak anlamına geldiği geyiği de ihmal edilmedi.
 
      El âlem diline dolayıp geyik yapsın diye yapılmıyor böylesi hesaplı kitaplı tercihler. Ola bitiğince ciddi ele alınıp titizlikle irdelenmesi ve tüm yönleriyle emekçi kamu oyununa anlatılması gereken bir konudur “fors” konusu. 
 
      İlk elde: Soya dayalılık, kaçınılmaz olarak zora dayalılıktır. Zaten söz konusu tarihi devletlerin salt askerleriyle temsil edilmesi, birer sınıf egemenliği ve zor aygıtı olduğunun birinci dereceden itirafıdır.
 
     Sonrası: Tarihi devletleri temsil edenlerin tamamının erkek olması, soya dayalılığın ataerkilliğin zorunlu koşulu ve tüm devletlerin ataerkil olduğunu gösteriyor. Oysa bu coğrafyanın tarihinde anaerkil toplumlar olduğu pagan dönemlerde ana tanrıçalara tapınacak denli kadın hâkimiyetinin olduğunun yok görülerek erkek egemen anlayışın tüm iştihamı ile sunulması neyin murat edildiğinin net göstergesidir.
 
     Hatta: Soya, dine, egemen sınıfların “kesintisizlik” efsanelerine ve çarpıtmalarına dayalı tarih anlayışının yalan olduğunu, asıl tarihin sınıf mücadelesine dayalı tarih anlayışını olduğunu dillendirmeliyiz Nitekim söz konusu tarihi devletlerin önemli bölümü salt başka devletler tarafından değil, iç isyanlarla sarsılmış ve yıkılmışlardır.
 
      Yazımızı “Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” başlılığı ile ele alan ve o ana kadar söylenmiş ve yazılmış bu konudaki tüm bilimsel veya uyduruk eserleri kat ve kat aşan 140 geçmesine rağmen hala güncelliğini koruyan Engels’in hipoteziyle sonlandıralım:     
     “… Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”