“Yeni bir İslam medeniyeti de elbette ilim, fikir ve sanat eseri yaratanların omuzlarında yükselecektir.” (Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, S.248)
 
Ülkemiz ve İslam dünyası bir yığın sorunla uğraşıyor. Bu sorunların çözümü iddiasıyla bazı oluşumların ortaya çıktığını görüyoruz. Ortalıkta kulaktan dolma bilgiler, menkıbeler, doğruluğu - yanlışlığı üzerine düşünülmemiş ve nesilden nesle aktarılmış nakiller dolaşıyor. Ve olaylara slogancı yaklaşımlar söz konusu. Karşılaştığımız sorunların çözümü için çıkış yolumuz veya bakış açımız ne olmalıdır?

“Türkiye'de hiç bir dini doğma, aydınların vehimleri ve peşin hükümleri kadar tehlikeli olmamıştır...” diyerek farklı bir aydın profili çizen 1983 yılında kaybettiğimiz değerli bilim adamı Prof.Dr. Erol Güngör’ün eserleri ve bu eserleri meydana getirirken izlediği yol bize birçok konuda ışık tutmaktadır. Onun “İslamın Bugünkü Meseleleri” ve “İslam Tasavvufunun meseleleri” adlı eserlerinden edindiğim bilgilerden yola çıkarak Erol Güngör’ün bazı düşünceleri ve izlediği yöntem konusu üzerinde duracağım.

Genel olarak, onun, önce meseleleri bilimsel olarak ele aldığını ve olayların köküne indiğini, karşılaştırmalar yaparak mevcut anlayışlara aykırı da olsa kendi düşüncelerini cesaretle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu eserlerden yola çıkarak şunlar söylenebilir:

“İslamın Bugünkü Meseleleri” adlı eserinde; İslam, Hıristiyanlık, Brahmanizm, Budizm vb. milyonlarca mensubu olan dinlerin özünü ve mesajını ortaya koyuyor. Sonra da bu dinler arasında karşılaştırmalar yaparak gelecekleri hakkında düşüncelerini belirtiyor. İslam’ın özünün çok sağlam olduğunu, eskimez bir kitap olan Kur’ana dayandığını, insanlığı kurtuluşa ulaştıracak tek din olduğunu ifade ediyor.

Günümüzde bunları yapacak aydın kadroların ve kurumların yetersizliğini belirtiyor. İçtihat kapısının kapalı olduğu algısını eleştirerek bu anlayıştan dolayı “hukuk” alanında toplumsal gelişme ve değişmelerin beraberinde getirdiği sorunların çözümü için yeni kanunların yapılamadığını ve zorunlu olarak Batı hukukuna yöneliş olunduğunu dile getiriyor. Özünü Kur’an, sünnet ve geçmiş tecrübelerden alan yeni kanunların yapılması gerektiğini ama bunun yapılamadığını vurguluyor.
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine eleştiriler getirerek şunları söylüyor: “Osmanlılarda Tanzimat'tan itibaren Batı tesirinin sâdece kültürel, siyasî veya iktisadî münâsebetlerle dolaylı bir şekilde değil, doğrudan doğruya diplomatik kanallarla da geldiğini hepimiz biliyoruz. Modern Türkiye'nin kurucularının ise Lozan Konferansında İ'tilâf devletlerine Batı tipi bir devlet nizâmı vâdettikleri anlaşılmaktadır.” (S.92)

Bizce Hukuk fakültelerinde “İslam Hukuku” na da yer verilmesi hukuk alanında yaşadığımız sorunlara bir çıkış yolu getirebilir. Ancak bu bugüne kadar yapılamadı. Erol Güngör’ün belirttiği gibi Türkiye’de hukukçuların büyük çoğunluğu Avrupa kanunlarını müdafaa etti ve İslam hukukuna objektif olarak değil de duygusal olarak karşı çıktı.  

“Kanun ve Laiklik” başlıklı, 1966 yılında yayımlanmış bulunan bir yazısında lâiklik adına nice traji-komik hâdiselerin meydana geldiğini belirten E.Güngör bu konuda da şunları söylüyor: “Biz lâikliği bugün dahi dinle devletin ayrılması gibi korkunç bir basitlik içinde anlıyoruz. ... Lâiklik din ve devletin ayrılması demek olursa önce bu ayrılığın yapılması, sonra dinin ve devlet işlerinin sınırlarının bilinmesi ve en mühimi, dinin ne olduğunun iyice bilinmesi gerekir. Evvelâ Türkiye’de din ve devlet birbirinden ayrılmış değildir; bütün dinî gruplar kendi işlerini cemaat teşkilâtıyla yürüttükleri halde Müslümanların din işleri devletin elindedir, yani Başvekâlete bağlı bir Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülür: Bu hâdise hukukî bakımdan siyasî kuvvetin dinî kuvveti elinde tutması, yani dinle siyasetin birbirine karıştırılması demektir:..”

“İslam Tasavvufunun Meseleleri” adlı eserinde de “Tasavvuf” düşüncesini bilimsel bir metotla irdeliyor. Tasavvufun tarihi gelişimini, doğu ve batıdaki düşüncelerden hangi derecede etkilendiğini ve bu etkilenme sonucu ortaya çıkan durumları belirterek şöyle diyor: “İslam tasavvufu, kaynağında ve seyri esnasında birtakım yabancı tesirler almış olsa bile esas itibariyle İslam karakteri taşımaktadır. Bu haliyle tasavvuf bizim medeniyetimizin çok kıymetli bir parçasını teşkil eder.” (S.220)

Bunun yanında tasavvufla birlikte gelen atalet ve şeyhin sözünden çıkmamanın getirdiği sorunlara dikkat çekerek; “İslâmcı genç kitlelerin sâhip bulundukları büyük potansiyeli tasavvuf girdâbında hebâ etmeleri tehlikesine karşı uyanık olmak zorundayız.” der.

 Cüneyd-i  Bağdadi veya Beyazıt-ı Bestami’ye ait olduğu söylenen “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.” Sözünü de doğru anlamak gerekir. Burada şeyhten kast edilen “rehber, kılavuz” olmalıdır. O kılavuzlar da Kur’an, Peygamberimiz ve alimlerdir. “Allah bir, kapısı bindir.” diye bir söz vardır. Bir insan, alim, ahlaklı ve insan-ı kamil derecesinde  bir tarikat şeyhine bağlanarak da hakikate ulaşabilir. Bunu anlayış ve saygıyla karşılamak gerekir. Başka bir insan da fizik, kimya, biyoloji veya tabiatı gözlemleyerek oralarda gördüğü olağanüstü durumlardan dolayı hakikate ulaşabilir. Dolaysıyla tasavvuf bağlıları ve tasavvuf karşıtları birbirlerine saygı göstermeli kendilerinin tek hakikat olduğu yanlışına düşmemelidirler.

Her iki eserin sonundaki dipnotlar ve konuyla alakalı alimlerin eserlerinden seçkilerin, bu kitaplara farklı bir boyut ve ciddiyet getirdiğini de belirtmemiz gerekir.

Değerli bilim adamı Erol Güngör’ü rahmetle anıyor ve ülkemiz ve İslam dünyasının böyle aydınlara çok ihtiyacının olduğunu ve bu gibi aydınların yetişmesi için gerekli çalışmaların yapılmasının şart olduğunu düşünüyoruz.