Halinden yoksul olduğu anlaşılan bir adam bir gün deniz kenarında balık tutuyormuş. Tesadüfen oradan geçmekte olan ülkenin hükümdarı bu gariban adamla ilgilenmiş ve ona “ ben burada iken oltana ne takılırsa sana onun ağırlığı kadar altın vereceğim” demiş.
   Biraz sonra oltaya ortası delik bir kemik takılmış. Basit, hafifçe bir kemikmiş bu.
   Padişah balıkçıya “ ne yapalım şansın bu kadar, oltana büyük balık takılmadı” demiş. Kemikle birlikte saraya gitmişler. Kral kemiği tartarak ağırlığınca altını bu garibana vermelerini hazinedarına söylemiş.
     Kemiği bir kefeye koyarak diğer kefeye altınları koymaya başlamışlar.
     O da ne?
     Bir, iki, yirmi, elli altın koymuşlar fakat hala kemik ağır geliyor, kalkmak nedir bilmiyormuş.
     Artık terazi kesesinin dolup sığmadığını görünce bunda bir sır olduğunu tahmin ederek, sarayda bulunan bilge bir insanı durumu açıklaması için çağırmışlar.
     Bilge insan, kemiği şöyle bir incelemiş ve “ Bu kemik binlerce altın bile koysanız, doymaz. Çünkü bu kemik çok aç gözlü cimri bir adamın göz kemiğidir. Ancak onu bir avuç toprak doyurur” demiş.
     Nitekim bir avuç toprağı bir kefeye koyunca kemik yukarı kalkmış.
     Evet, ne dersiniz yukarıdaki hikâyeyi şöyle bir etraflıca düşündüğümüzde…
     İnsan evladının zapt edilemeyen hırsı eşliğinde, hiç doymayan gözünü doyurabilmenin imkânı var mı?
     Bir zamanlar gelmek için uğraştığımız yere, bir zamanlar almak için didindiğimiz eve, bir zamanlar sahip olmak için çabaladığımız arabaya ulaştığımız an ne kadar tatmin oluyor, ne kadar mutlu oluyoruz.
     Sahip olduklarımızın değerini mi bilemiyor, yoksa hiç doymayan gözümüzün hükümranlığı altında, elde demediklerimizin ıstırabını mı yaşıyoruz, göz kemiğimizin en kuytu derinliklerinde.
     Gözlerimizin doymasına çabalarken, doyurmaya çalıştığımız şeyleri neden daha çok maddi faktörlerde aradığımızı, soruyor muyuz kendimize.
     Tabi ki çalışmak, tabi ki kazanmak ve hayatımızı devam ettirebilme zorunluluğu var.
     Lakin yaptıklarımızdan haz almada, sadece isteklerimizin peşinden koşturarak sahip olmak tutkusuyla doymayan gözlerin peşinde sürüklenmekte, pek akıl karı olmasa gerek.
     Sonunun olmadığını bile bile, gözlerimizin doymayan bencilliğine esir düşerek yaşama hastalığından kurtulmak, yine o gözlerle baktığımız için öyle kolay da değil.
     Gelin bundan tamamen kurtulalım diyemiyorum zaten.
     Çünkü hepimiz insanız ve insan olmanın tabiatında var, bulduğuyla yetinmeyip hep daha iyiyi, hep daha güzeli istemek.
     Ama bu durumu yaşama amacımız haline getirdiğimizde ise mutsuzlukların cenderesinde ve tatmin olmamanın kucağında, hayat beşiğinde sallanıp durmaz mıyız?…
     Ömrümüzün sonuna kadar.
     Kim ne neyi ne kadar ister bilemem.
     Artık tercih yine sizin…