Hepimiz elimizde şuur denilen bir benlik aynası tutuyoruz. Bu aynanın sayesinde başka insanları ve çevremizi seyrediyoruz. Bu aynaya ecelin taşı değdiğinde bütün görüntüler birdenbire soluyor. Fişi çekilmiş bir televizyon gibi karanlıklar içinde kalıyoruz. Can denilen ayna kırıldığında bizden geriye soğumuş bir cesetten başka bir şey kalmıyor. Konuşan dillerimiz lal oluyor. Gören gözlerimiz körleşiyor. Artık bir suskunlar meclisinde, mezar taşlarının gölgesinde kıyametin çalacak saatini bekliyoruz. Adımız unutulanlar albümünün başköşesine yazılıyor. Bir varmış bir yokmuş ile başlayan bir masal gibi şu varlık sahrasında görülen bir serap gibi kaybolup gidiyoruz.
 
Çamurdan cüssesi ile ecel sağanağında ıslanan insanlık mahşerin denizine doğru bulanık bir su gibi akıyor. Aynı topraktan yoğrulan yüzlerce canlı farklı zamanlarda farklı yerlerde aynı acıları yaşayıp duruyor. Faniliğin ortasında ebediliği arzulayan insan ruhu bu çamurdan atmosferde kendine bir çıkış yolu arıyor. Dünya binlerce görüntü ve hile ile bizi bu arayışımızda kandırmaya ve asıl olanı unutturup yolumuzdan döndürmeye çalışıyor. Şairin ifadesiyle ruhumuz semavi ülkelere uçmak isterken ayağımız yerdeki gölgelere takılıp duruyor. İnsanların birçoğu kendi ayaklarına çelme takıp durmaktan yol almaya bir türlü fırsat bulamıyor.
 
Keşke kendimize bazı soruları hiç korkmadan sorabilseydik. Bu hayatın bize verilmiş olmasının sebebi nedir? Bedenimiz dünyanın elementlerinden toplanmış bir büyük çarşı gibi bir gün dağıldığında bizden geriye ne kalacak. Biz bu dünyaya neden gönderildik?
 
Gerçekten şöyle bir düşündüğümüzde, şu an konuşmakta olduğumuz dilimiz belki de binlerce yıl önce bir çiçeğin yapraklarına can oluyordu. Yazı yazdığımız ellerimiz belki yüz yıl önce bir taşın kenarında bekleyen kekik otunun dallarında sallanıyordu. Bunun gibi cesedimiz çürüyüp toprağa karıştığında büyük bir tabiat döngüsünün içinde dönüşüp duracağız. Eskiden olduğu gibi halden hale geçip duracağız.
 
Esas olan ruhumuzun bu dünyaya ait olmadığı gerçeğidir. Ruhumuz bedenimize bir misafir olarak gelmiştir ve vakti saati geldiğinde çekip gidecektir. Bu dünya ve bu dünyanın içindekiler bir yansıma bir hayalden ibarettir. Gördüğümüz çoğu şey gelip geçici renklerden, şekillerden oluşmaktadır. Her şey hızla değişmekte dönüşmekte ve varlık sırasını kendinden sonrakilere bırakıp ölmektedir. Ölüm var oluş kitabının bir önsözü gibi yazılmakta, her ölüm bir doğumun kapısını çalmaktadır.
 
Dünyaya gelmiş olmak ve bu gelişin kendi dışında gerçekleşmiş olması insanı bir kaderin içinde değişik duygulara sevk ediyor. Yapılmış bir resim misali ressamını arayan insan kendini var eden yaratıcı fırçanın elinde şekilden şekle giriyor. Her nakışta nakkaşını her eserde ustasını arayan insan varoluş sırını daha yakından idrak edip kalbini gerçek sahibine emanet edebiliyor.
 
Dünya uçsuz bucaksız kâinat okyanusunda bir damla su kadar bile değil. İnsansa dünya içinde bir nokta gibi durmakta. Bu kadar küçüklüğüne rağmen insan bu kâinatı ve bu kâinat gibi sayısız kâinatı yaratan Cenab-ı Allah’ın halifesi olmayı başarmış bir varlık. Bu nimetin her daim farkında olmak gerekiyor. Yoksa bir esfel-i safilin bir kovulmuş şeytan olmakta mümkün.
 
Kim ne yaparsa yapsın günü gelince dört kişinin omuzuna binmekten kurtulamaz. Evet, her canlı ölümü tadacaktır. Hepimiz Allah’tan geldik Allaha döneceğiz. Bu dünya kimseye ebedi olarak kalmayacaktır. Herkes bir misafir gibi gelip konaklayacak ve misafirliği bitince gidecektir.