Hazreti Ali Efendimiz buyurdu ki: “Kuran-ı Kerim’i anlayanlar, ondan çok ilimler meydana çıkarabilirler. İsteseydim yalnız Fatiha suresinin tefsirinden yetmiş deve yükü kitap yazabilirdim.”' (İmam-ı Gazâlî, İhyâ’u Ulûm’id-Dîn, 1.Cilt, s. 822)

“İlimsiz din topal, dinsiz ilim kördür.” (Albert Einstein)

Son günlerde yaşadığımız virüs salgını nedeniyle yeniden gündeme gelen din ve bilim konusunda birkaç kelam da biz edelim dedik. Bugüne dek bu konuyu farklı açılardan ele alan onlarca kitap, araştırma tezleri ve makaleler yazılmıştır. Kimisi dinin bilime, araştırmaya karşı olduğunu savunmuş hatta ülkemizin geri kalmasındaki önemli etkenlerden birinin de din olduğunu iddia etmiş ve İslamı suçlamışlardır.

Kimileri de din ve bilimin birbirine karşıt olmadığını ve birbirlerini desteklediğini ve desteklemesi gerektiğini savunmuşlardır.

Başka bir görüşe göre de din ve bilim birbirinden tamamen ayrı alanlardır. Birbirlerine karışmamalıdır. İnsanların her ikisine de ihtiyacı vardır.

Bu konular değerlendirilirken yapılan genellemeler, ön yargılar ve ideolojik tutumların da olduğunun bilinmesi gerekir. Elbette bilimle çelişen dinler ve anlayışlar vardır. Yani, bütün dinleri aynı kefeye koyarak; “din, bilime ve teknolojiye karşıdır” demek büyük bir yanlışlık ve haksızlıktır.

Dine inanmayanların veya dine karşı biraz mesafeli olanların genellikle yaklaşımları şöyledir: “Din, bilim ve teknolojinin gelişmediği ve insanların doğru dürüst bilgi sahibi olmadıkları geçmiş zamanlarda ortaya atılan efsaneler, gerçek dışı bilgiler, tutum ve davranışlardır. Bilim ve teknoloji geliştikçe, insanların kültürleri arttıkça dinler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Her şey bilim ve bilimsel veriler doğrultusunda olacak ve dine gerek kalmayacaktır. Ayrıca din, bilimin ve tekniğin gelişmesinde büyük bir engeldir.”

Bu görüşler Müslümanlık dışındaki bazı dinler için geçerli olabilir. Bu durumu örneklerle açıklamaya çalışalım: Milat öncesi yıllardan itibaren birçok dinde Güneş önemli bir dini figürdür. Önemi dolaysıyla insanlar güneşe tapmışlardır. Nitelikleri farklı olsa da günümüzde de hala dünyanın farklı yerlerinde güneşe tapan insanlar vardır. Uzun yıllar Uzakdoğu’da bulunmuş mühendis bir arkadaşım anlatmıştı: Sabah tam güneş doğarken parklarda, caddelerde, sokaklarda insanlar garip garip hareketler yapıyorlarmış. Bir seferinde ne yaptıklarını sormuş, cevap olarak diyorlarmış ki:”Sabah sporu yapıyoruz.” Yani ,”Biz güneşe tapıyoruz, ibadet yapıyoruz “ diyemiyorlarmış. Çünkü bilimsel araştırmalar ortaya koymuştur ki evrende güneşten yüzlerce kat büyüklükte ve özellikte gök cisimleri var. Yani bilim bu inancın yanlışlığını ve tutarsızlığını ortaya çıkarmıştır. O insanlar toplum baskısından dolayı söyleyemeseler de güneşle ilgili inançlarının ilkel bir inanç olduğunun farkındadırlar. Onun için “sabah sporu yapıyoruz” diyerek inançlarını gizleme gereği duyuyorlar.

Başka bir örnek de Hindistan’dan... Hintliler ölülerini yakıyorlar ve küllerini kutsal saydıkları Ganj nehrine döküyorlar. Aynı zamanda kutsallığına inandıkları bu nehirde yıkanıyorlar. Her gün ölen binlerce insanın yakılıp küllerinin döküldüğü bir nehirde yıkanmak sağlık açısından ne kadar doğrudur? Buralarda tıpla ilgili bilgiler arttıkça, hatta günün birinde bir salgın hastalık belirdiğinde insanlar bu inançlarının da yanlışlığının farkına varacaklardır.

Dünyada en çok mensubu olan Hıristiyanlığın da bazı inanç ve ibadetlerinde akla ve bilime aykırı durumlar vardır. Mesela, Hz. İsa’ya Allah’ın oğludur diyorlar. O zaman mademki Allah’ın oğlu var öyleyse Allah’ın insandan farkı nedir? Diye soracaklar ve bu tür inançların yanlışlığı sonucuna varacaklardır. Nitekim Avrupa’da, Amerika’da vb. Hıristiyanlığın, özellikle gençler ve kültür seviyesi yüksek insanlar nezdinde fazla bir ağırlığı yoktur. Gün geçtikçe kiliseye giden insanların sayısı azalmaktadır. Ortaçağ’da da kilisenin bilime ve bilim adamlarına karşı katı tutumu, onlarca bilim adamının çok ağır bir şekilde cezalandırılmasında (yakılarak öldürülenler de vardır) Hıristiyanlığın etkisi bilinen gerçeklerdir.

1232 yılında 9. Gregory adındaki bir papa kedilere olan nefreti sebebiyle” kediler şeytandır, onları öldürün!” diye fetva vermiş ve binlerce kedi, derisi yüzülerek hatta yakılarak acımasız bir şekilde öldürülmüştür. 14. Yüzyıla gelindiğinde özellikle Avrupa’da kedilerin sayısı büyük bir oranda azalmıştır. Kediler öldürülünce meydan farelere kalmış ve farelerin neden olduğu “kara ölüm” denilen veba salgınını ortaya çıkarmış ve 75 milyon insanının ölümüyle sonuçlanmıştır. Yaşadığımız salgında da benzeri bir durum söz konusudur.

Allah’ın gönderdiği son din olan İslamın ise bilim ve teknolojiyle ilgili görüş ve tutumu diğer dinlerle bir genelleme içerisine girmeden başlı başına değerlendirilmesi gerekir.

İslam dini, bilim ve teknolojiye karşı olmak şöyle dursun bilakis bilimi ve bilim adamlarını övüyor ve araştırmayı teşvik ediyor. Zaten islamdaki birçok bilginin sonraki insanlara aktarılması, Peygamberimizin hayatı, İnançlar ve ibadetlerdeki ayrıntılar vb. konularda bilimin katkısı inkâr edilemez. Yani, bugün dini konuların da çoğunu bilimsel çalışmalar sayesinde öğreniyoruz. Ayrıca Rönesans hareketlerinin ortaya çıkışında ve Avrupa’daki bilim ve tekniğin gelişmesinde İslamın ve Müslüman ilim adamlarının etkisini Batılı bilim adamlarının da kabul ettiği gerçeklerdir. Özellikle Endülüs İslam medeniyetinden çok yararlanmışlardır. 1903 Nobel ödüllü Fransız fizikçi Pierre Curie: “Müslüman Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca, biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik.” diyor. Maalesef Endülüs (bugünkü İspanya toprakları) Hıristiyan haçlılar tarafından işgal edildiğinde hem milyonlarca Müslüman katledilmiş hem de kütüphaneler ve yüz binlerce kitap yakılıp imha edilmiştir.

Bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin İslamın yanlışlığının ortaya çıkması şöyle dursun, onun hak din olduğu Allah’ın izniyle daha da ortaya çıkacak ve insanlığın ufkunda güneş gibi parlayacaktır. Çünkü İslamın inanç ve ibadetlerinde bir eksiklik ve yanlışlık yoktur. Milyar sene de geçse hiçbir gelişme namaz kılmanın yanlışlığını ortaya koyamayacak ve namaz kılan bir insan bu ibadeti gizleme gereği duymayacaktır. Namazdaki manevi durum ve bedensel hareketlerin önemi bilim geliştikçe, tıp geliştikçe daha da meydana çıkacaktır. Nitekim bugün bile namazdaki rükû ve secdenin kan dolaşımına etkisi, beyne daha düzenli kan gitmesine katkı sağladığı bilinen gerçeklerdir.

Yine İslamdaki birçok ibadetin ön şartı olan abdestin de temizlik açısından önemi, hastalıklara, özellikle günümüzde yaşadığımız salgına karşı önemli bir tedbir olması başka bir gerçektir.

Oruç ibadetindeki büyük manalar ve bedenimize sağladığı yararlar her geçen gün daha da herkesçe kabul edilen gerçeklerdir. Asırlar da geçse oruç tutan bir Müslüman sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi komplekse girerek “ben zayıflamaya çalışıyorum, perhiz yapıyorum, diyet yapıyorum” deme gereği duymayacaktır.

Zekât ibadetindeki yardımlaşma, hac ibadetindeki toplu olarak Allah’a yönelme, hangi ırktan olursa olsun bütün Müslümanların kardeş olduğu inancı ve bu inancın ibadete yansıması, her zaman önemini koruyacaktır.

Kısaca İslam inançlarının ve ibadetlerinin önemi, Kur’an ayetlerinin büyük manaları ve sırları zaman geçtikçe ve bilim geliştikçe daha da ortaya çıkacaktır.

Burada yanlış bilgilerden ve eksik yorumlardan kaynaklı bazı durumların da olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bir hatıramdan bahsetmek istiyorum: Yıllar önce ilahiyat Fakültesi’nde okurken , bir gün kantinde bizden üst sınıflarda okuyan üç dört kişi bir masada oturmuşlar çay içiyorlardı. Bir iki yudum içtikten sonra bardaklarındaki kalan çayı birbirlerinin bardağına döküyorlar ve içmeye devam ediyorlardı. Bu davranışları benim tuhafıma gitmişti. Niçin böyle yaptıklarını sorduğumda; Peygamberimizin “Müslümanın artığı, Müslüman için şifadır” sözünün olduğunu söylemişlerdi. Tabii ki bu sözün gerçekten peygamberimize ait olduğu kesin midir? İşin bir bu yönü var. Bir başka yönü ise Peygamberimiz bu sözü hangi şartlar içinde kimlere söylemiştir. Bunları araştırıp ona göre bir yorum yapılması gerekir. Diyelim ki, yenilen yemeğin ve içilecek suyun çok kısıtlı olduğu bir ortamda belki böyle bir söz söylenmiş olabilir. Nitekim peygamberimizin ve o günkü Müslümanların çok sıkıntılar çektiğini örneğin Hendek savaşında, hendekler kazılırken peygamberimizin ve beraberindeki kişilerin günlerce aç ve susuz hendeklerin kazılmasında çalıştıklarını kaynaklar belirtiyor. Zorunlu durumlarda bir insanın içtiği suyun kalanını başka birinin içmesi elbette kaçınılmazdır. Yani ortada hiçbir gerekçe yokken birinin artığının yenilip içilmesi ne kadar doğrudur?

Günümüzdeki Müslümanların en büyük eksiklerinden biri de bilime, okumaya ve araştırmaya gereken önemi vermemeleridir. Şu salgın hastalığın ilacını ve tedavisini aslında önce Müslümanlar olarak bizlerin bulması gerekir.

Başka bir yanlışlık da İslamı çıkarlarına alet eden samimiyetsiz insanlar ve İslamı terörle ilişkilendirmeye bahane oluşturacak yapılanmalardır. Bu sebepler belki İslamın daha hızlı yayılmasını bir süreliğine engelleyecektir. Ama Müslümanlar bilinçlendikçe, üzerlerine düşen sorumluluğun gereklerini yerine getirdikçe, İslam çığ gibi büyüyecek ve insanlık için tek kurtuluş yolu olacaktır.

Bilimin de sınırlarını bilmesi, birçok soruya cevap bulamayacağının farkına varması ve Allah’ın sonsuz kudretini ve yaratışını kabul etmesi de yine aklın, vicdanın ve bilimin gereğidir.