3 mayısı anlamak için Türk milletinin kendi kimliğini yeniden hatırlaması ve o tarihlerde hangi dik duruşun hangi anlayışlara karşı sergilendiğini bilmek gerekir.
 
O dönemde başlayan ve hala devam eden dayatmaların temelinde kavramlara yüklenen anlamlar yatmaktadır. “Yeni bir çağ, çağdaşlık, küresellik, değişim, yenilenme, reform, özgürlük, açılım, bireysellik” gibi pek çok kavram yeni anlamlar yüklenerek büyülü bir cazibeye büründürülmüştür. O zaman kavramların masum olmadığını, daha doğrusu kavramlara diledikleri anlamları yükleyenlerin masum olmadıklarını söylemek hiç de yanlış olmaz.



     Devrin iktidarı yani milletin asl-i cevherini reddedenler, bülbül gibi ötmek isteyen karganın kendi ötüşünü de unutması gibi, kendi kavramlarını kullanmayıp ithal kavramlara kendi anlamlarını yüklemeye çalışanların durumu kimliksizliğe sebep olmuştur.



    Millet kavramına izafe edilen asli manayı görmezden gelip onu sadece maddi bir menfaat birlikteliği gibi değerlendiren yaklaşım en hafif ifade ile gaflet içindedir. Millet, “kökleri, devamlılığı ve tarihleri olan sosyolojik gerçeklerdir” diye yaklaşanlar, doğru bir yaklaşım sergilemişlerdir.



      Son zamanlarda da Türk kimliği üzerinden yapılan tartışmalar ötekileştirme, ayrıştırma, bölme ve daha çok anlamsızlaştırmaya yöneliktir.



      Küresel gücü elinde tutanlar, kendi emellerini gerçekleştirmek için kavramlara da kendi zihinlerindeki tanımları tartıştırmaktadırlar. Adeta insanların zihinlerine hükmeden bu yapı kendi aydınlarının “milli çıkarlar milli kimlikten doğar” felsefesi çizgisinde kendilerini diri tutarken diğer milletlere ise sınırların ve milli kimliklerin hükmünü yitirdiğini dikte etmektedir. Bu anlayış maalesef ülkemizde de bazı aydınlarca(!) meşrulaştırılmaktave millet kavramının meşruiyetini kaybetmesi için sözde aydınlar tarafından 5000 yıllık geleneğimiz karanlığa mahkûm edilmektedir.



           Avrupa’nın sınır tanımaz egoizmi, ülkemizde taşeronları tarafından kendi lehlerine bir düşünce akımı oluşturmuştur. Türkistan ve Orta Doğu’daki halkların kaderini tayin edebilmek için sergiledikleri oyun tıpkı Hubl’un “Bir milleti tasfiye etmenin yolu onun belleğini silmektir.” felsefesindeki anlayışa göre şekillendirilmiştir.



       Milletimizin, geçmiş ile bağlarını koparmak için kültürümüzü, kitaplarımızı, inançlarımızı tarihimizi imha ettiler. Ve ardından akıllıca bir anlayışla bize yeni kültürler oluşturup, yeni kitaplar yazdılar. Nihayetinde geçmişimizden koparılan biz, kim olduğumuzu unuttuk.



         Belleğimize yüklenen yeni kazanımlar ile özümüzü oluşturan ruh kökümüz tenakuz yaşamaya başladı.  Bunun üzerine kültürel yozlaşmanın önü alınamadı ve kimliksiz, kişiliksiz, şahsiyet zafiyeti yaşayan bir topluluğa dönüştürüldük. Bu dönüşüme direnenler ise ya çağı yorumlayamamakla ya da gericilik ile suçlandılar.



            Halbuki Türk kimliği karmaşık bir yapı da arz etmemekteydi. Çok sade bir Türk tanımı bu milleti oluşturanların ortak kanaatiydi:



            Türk gibi, düşünen, Türk gibi hisseden, Türk gibi yaşayan herkese Türk diyebilen uzlaşmacı, birleştirici bir kimlik tanımımız vardı. Meseleyi kan bağı, ırk bağı gibi ötekileştirici yaklaşımlardan ziyade, kültür birliği, mensubiyet şuuru ve ortak değerlere sahip olma gibi bir şuur ile izah etmiştik.



         Bu milleti millet yapan asli cevheri yüreğinde hisseden, dil, kültür inanç, ülkü birlikteli taşıyan şerefli mazisine sahip çıkanlar bu milletin asli unsurları olarak nitelendiriliyordu.



     Yakın tarihimizde bu anlayışa atıfta bulunan en güzel örneği, Bulgaristan’daki kızıl zulümde feryat eden Ahmet Şeref Şerefli şu sözleri ile vermişti:



Bu ülkede Türk doğmak, Türk olmak, Türk kalmak yasaktı. Vatan diye yaralı anadilime sığındım. Türkçe ağladım, Türkçe güldüm, Türkçe sevindim.



  Ne müthiş bir mensubiyet şuuru… 



             Nitekim kimlik, bir milletin direniş mücadelesindeki en kuvvetli askerleridir. Kimliksizlik ise, vatanın da devletin de milletin de erimesi, yok olması ve bitmesi demektir. Öyleyse milletimizi millet yapan değerlerimizin vazgeçilemez kırmızı çizgilerimiz olduğu, bütün Türkler tarafından iyi anlaşılmalı ve geleceğimizi bu temel üzerine inşa etmeliyiz.



           Maalesef günümüzün devşirme aydınları dün olduğu gibi bugün de, Türk kimliğini tartışmaya açmış ve onu yozlaştırma gayreti içine girmiştir.



           Türk milleti yaşadığı toprağa ait değil, diyen ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin fikir babalığını yapan devrin kalemşoru ile Avrupa’yı yeni kıble olarak sunup “bir milyon Ermeni ile otuz bin Kürt’ü katlettiğimizi” söyleyen yanaşmacı zihniyet arasında bir fark yoktur.



              Dün Yunanlıların İzmir’i işgal etmesini “medeniyet gelecek” naraları ile alkışlayan aydıncıklar ile, bugün “21. yüzyılda milli kimlik mi olurmuş?” diyen zihniyet aynı kafanın ürünüdür.



            Bizim İngilizlerle birlik olmaktan başka çıkarımız yok diyen devrin edebiyatçısı ile “AB yolundan dönmemiz mümkün değildir, çünkü orası bizim kurtuluş yolumuzdur” diyen günümüz şakşakçısı arasında hiçbir fark yoktur.



            Bütün bunlar kültürel bir devşirme yaşandığının ve bunun da kimliğimizi zedelediğinin göstergesidir. Bunalımın ürünü olarak dayatılan felsefeler Erzurum’u Brüksel’den, Diyarbakır’ı Kopenhag’dan kurtarmaya kalkmıştır.



         Yani Türkiye’deki kimlik bunalımının müsebbipleri, kökü ve damarları Türk toplumuna aykırı bir yapılanmanın içinde olan sözde aydınlardır.



        Bu dayatmalar karşısında, “ne dinimizden vazgeçeriz ne de milliyetimizden” diyerek Avrupalı olma sevdasına girmeyip 
Asyanın, dünyaya sevgi tohumları eken asil çocukları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir.
         Ben 3 mayıs’ı böyle değerlendiriyor ve bu inançta olanlara mücadeleniz kutlu olsun, demek istiyorum.