Evet, Osmanlı’nın torunlarıyız. Saltanatı seviyoruz.
Kazandığımızın çok üzerinde harcamaya, hava atmaya, bilmiyorsak da biliyoruz gibi davranmaya, oda kapılarını hiç açmadığımız kocaman evlerde oturmaya, arabaların en büyüğüne, en lüksüne binmeye, telefonların, bilgisayarların en pahalısını kullanmaya bayılıyoruz...
Bu listeye daha yüzlerce ayrıntı eklenebilir. Çünkü çalışmayı çok sevmesek de, saltanatı seviyoruz. Bu yüzden de ulus olarak borçlandıkça borçlanıyoruz...

Verimlilik anlayışı
Sürekli eğitim kurumlarını geziyorum. Müthiş yatırımlar yapılıyor. Özellikle de üniversitelere. Her biri için az 100 milyon dolar harcanıyor. Son 20, 30 yılda üniversitelere harcanan para, eminim ki başka hiçbir sektöre harcanmamıştır...
Harcanmasın mı, elbette harcansın. Hem de çok daha fazlası. Ama yapılan yatırımlar da karşılığını bulmalı.
Türkiye’nin neresine ve hangi eğitim kurumuna giderseniz gidin yapılan tesisler, yüzde 50 kapasitenin üzerinde kullanılmıyor.
Örneğin devasa spor salonları, yüzme havuzları, kütüphaneler, laboratuarlar neredeyse bomboş. Haftada birkaç saat kullanılıyorlar o kadar. Kütüphaneye giden öğrenci sayısı, yüzde biri bile bulmayan üniversiteler var. Spor salonları ise adeta bomboş.
Olmadığı zaman kıyametler kopartılıyor, olduğu zaman ise kimse gitmiyor. Çünkü hiçbir öğrenci ne okumaya, araştırmaya özendiriliyor ne de spora.
Var mı var denilsin diye de yapılan yatırama da yazık, öğrencilerin boşa giden zamanlarına da.
Peki kabahatli kim? İşte cevabı aranan asıl soru bu olmalı!

Kabahatli kim?
Eğitim sistemimizin A’dan Z’ye yanlışlarla dolu olduğunu bilmeyen yok. Değiştirildikçe daha da bozuluyor.
Bir bütün olarak ele alınmadığı için de, ortaya ucube bir sistem çıktı. Her şeyden önce şu soruya cevap bulmalıyız:
Türk eğitim sisteminin amacı, misyonu ve hedefi ne?
İyi vatandaş yetiştirmek mi?
Peki bu konuda başarılı mıyız?
Mutlu, ülkesini seven, ayağı yere basan, iş güç sahibi, kendisiyle barışık vatandaşlar yetiştirebiliyor muyuz?
Evet demek çok zor!..

Peki ne yapıyoruz?
Sınavdan sınava koşan, çocukluğunu, gençliğini yaşamayan, bugün öğrendiklerini yarın unutan ezberci yarış atları yetiştiriyoruz.
Bu konuda şikayetçi olmayan var mı?
Kesinlikle hayır.
Cumhurbaşkanı’ndan Başbakan’a, Milli Eğitim Bakanı’ndan öğretmenlere, velilerden öğrencilere, işverenlerden çalışanlara, hemen herkes bu sistemden ve bu gidişattan şikayetçi. Ama aynen devam ediyor...

Neler değişmeli?
Üretmeyen, konuşmayan, sorgulamayan, elindekileri verimli bir şekilde kullanmayan bir sistem, nasıl üreten, konuşan, sorgulayan insanlar yetiştirebilir ki?
Belki de bunu istemiyoruz.
Eğer böyle ise bu da açıklansın ki, boşuna uğraşmayalım, boşuna yatırımlar yapmayalım.
Eğer gençlerimiz spor yapsın istemiyorsak onca spor salonu niye yapılıyor, eğer araştırmacı gençler istemiyorsak onca laboratuara ve kütüphaneye ne gerek var?
Yok, eğer sağlıklı bir bilim toplumu yaratmak istiyorsak da, öğrencileri dershanelere olduğu kadar spor salonlarına, kütüphanelere, laboratuarlara da yönlendirmeliyiz.
Mademki hayatımız sınav oldu, sınavda puan getirmeyen hiçbir şey öğrencinin ilgi alanına girmiyor, işte o zaman gelin spor yapana da, araştırma yapana da, somut bir şeyler üretene de artı puanlar verelim.
Verelim ki, o koca koca kütüphaneler, spor salonları, laboratuarlar boş kalmasın.
Kalmasınlar ki, sportmen ve donanımlı nesiller yetişsin...

Sistem mi, biz mi?
Suçlu arandığında, bu hep başkaları oluyor.
Hiç kimseyi bulamadığımızda da böyle gelmiş, böyle gider diyerek suçu sisteme atıyoruz.
Oysa o sabah akşam eleştirdiğimiz sistemi ayakta tutan ve ayakta kalmasını sağlayan bizlerdenbaşkası değil.
Başkalarını eleştirirken, kendimizin de onlardan hiçbir farkımızın olmadığını, anlamak istemiyoruz.
Eğer kendimizi değiştirirsek, sistemin de değişeceğini bir türlü kabullenmiyoruz.
Hep bir kurtarıcı arayıp, mazeretlerin arkasına saklanıp, üretmektense, tüketmeyi tercih ediyoruz...
Özetin özeti: Eğer ille de bir şeylerin değişmesini istiyorsanız, bu işe önce gelin kendinizden başlayın. Siz değişirseniz, her şey değişecektir..