İnsan oğlu her türlü tehdide ve tehlikeye açık bir yaratıktır. Aslına bakılırsa yalnız insanlar değil bütün yaratıklar -deprem dahil- hiçbir doğa olayına karşı sigortalı değildir. Güneş, kar, sel ya da fırtına hepsi canlılar içindir.
İnsanlar kendilerinde var olan akıl, zekâ ve bilinç sayesinde doğa olaylarının felakete dönüşmesini önleyebilirler.  Yeteneklerini kullanmasını beceremeyenler için her şeyin felakete dönüşmesinden daha doğal bir şey olamaz. Bu bağlamda cana hayat veren su çığırından çıkarılırsa sel olur boğar, ısıtan odun sınırı aşarsa yangın olur yakar ve  her türlü besin ve madeni bağrında barındıran doğa deprem olur yıkar.
Hazırlıklı olmak veya  olmamak, meydana gelen bu tabiat olaylarını ya felakete ya da fırsata dönüştürür. 
Farkında olanlar için bunalım, kriz ya da felaket anlarının sağladığı yararlar da yok değildir. Her şeyden önce felaket zamanları insanlar bağlamında dost ile düşmanı kesin çizgileriyle ortaya çıkarır. Standart karar mekanizmalarının işlemediği anlar, gerçeklerin olduğu gibi ortaya çıktığı anlardır. Bu yüzden insanlar birbirlerine ’Düş de dost ve düşman kimdir? O zaman anlarsın!’ derler. 
Felaket zamanları toplumların kendilerine karşı uyguladığı oto sansürü işlemez hale getirir. Yıkımlar bilinçaltına itilen duyguları bilinç üstüne çıkarır. Asil ya da rezil, güçlü ya da zayıf davranışların felaket zamanlarında nüksetmesinin nedeni budur. Normal olmayan şartlar, insanların ya da toplumların normal zamanlardaki bağlarını koparır. Kısacası zor zaman, güç durum insanların gerçek doğasının su yüzüne çıkmasına sebep olur.  “Dost ve düşman kötü günde belli olur”  sözü, işte bu tür insanlığın yaşanmış tecrübe ve birikimlerinin ürünüdür. Kriz zamanları suni ile doğalın, içtenlikle yapmacıklığın arasındaki farkı en aza indirir.  Normal ve doğal zamanlarda nüksetmeyen özellik anormal şartlar altında bir gerçeklik olarak belirir.
Deprem doğuyu vurdu, batıyı ise adeta kavurdu. Yağmur Van’a yağdı ama Ankara ıslandı. Yıkım doğuda oldu ama sızısı batıda duyuldu. Gözler Erciş’te enkazın altında kaldı ama İstanbul’un gözyaşı aktı. Türkiye, Van’da tek yürek, tek vücut ve tek can oldu. Van’da insanlar, canlarını, mallarını ve evlerini kaybetti ama Türkiye ruhunu kazandı.
Deprem vururken insanları etnisite, mezhep ya da kimlik olarak tasnif etmedi. Ölüm de öyle yaptı. Enkaz altında kalan canlar için önemli olan farklılıkları değil, insanlıklarıydı. Deprem milletleri millet yapan en zor sınavlardandı. Deprem milli bir sınavdı. Türkiye’de halk, doğusu ve batısıyla kendiliğinden ilan ettiği seferberlikle bu sınavı başarıyla vermiştir.
Türkiye’de yaşayan yetmiş dört milyon insan, kederi, acıyı ve sızıyı bir somun ekmeği ortadan bölüp paylaşır gibi paylaştı. Van’da meydana gelen yıkıcı deprem böylece  “Kürt-Türk”, “doğu-batı”, “Alevi-Sünni” ayrımının ne denli yapay ve anlamsız olduğunu da ortaya koydu...
Aynı acıyı duyan, aynı kederi paylaşan ve aynı terbiyeyi alan insanları, farklı oldukları diğer ayrıntılar birbirinden ayrıştıramaz.
Sonuçta diğer özellikler bir yana, birlikte ağlayabilen insanlar bir millettir. Birlikte ağlamak için binlerce ortaklık ve benzerlik aramaya da ihtiyaç yoktur. Birlikte ağlamak için insan olmak, yeterli bir keyfiyettir.
Türkiye, Van’da birlikte öldü. Kaybedilen canlar için hep birlikte gözyaşı döktü.  “Azra”  bebek için birlikte sevindi. Yardıma birlikte koştu. Ekmeğini birlikte paylaştı. 
Bozmayın birlikteliğinizi, yıkmayın bütünlüğünüzü ve ayrılmayın birbirinizden! Başkalarına değil kendinize iyilik edersiniz.