Ülkücü hareket, 80’li yıllarda iki sinsi düşman tarafından kemirilmeye başlamıştı. Bunlardan birincisi, Ülkücülerin parti ve gençlik liderlerini tutuklayan, arşivine binalarına ve demirbaşına el koyan “12 Eylül rejimi”ydi. Diğeri ise yetersiz eğitimimiz ve eksik terbiyemizden yüz bulan “şeytan”dı. Birinci engeli aşmak bizim için o kadar da zor değildi. Bu düşman, Atatürkçülük ve Cumhuriyetçilik adına yola çıkmış milli bir unsur gibi görünse de kendisi de ezeli düşmanımız tarafından kemiriliyordu.

Ülkücü örgütlenmenin başlarında “Türk-İslam hamuru” ve “Anadolu çocuğu mayası
” dışında ortak bir ahlak zemini bulunmayan Ülkücülerin eğitim yoluyla disipline edilmesi süreci 12 Eylül 1980’de henüz tamamlanmamıştı. Hamurun ve mayanın milli bir gıdaya dönüşmesi için pedagojik hamlelere ihtiyaç vardı. 80’lerde kültürel farklılıklar, zamanla bazı ideolojik tercih faklılıklarına ve siyasi ayrışmalara yol açtıysa da Ülkücüler, çevrelerine dikkat kesilerek kendi özelliklerini tanımaya başladılar. Onlar, ateşten gömlek giymeyi göze almış ve sıradışı kişilikleri sayesinde sistemin dışına çıkmayı başarmış idealist gençlerdi. 90’larda bireysel sancıları sona erenlerin siyasi kanaatleri ve dava sancıları yavaş yavaş azalsa da sokakta siyaset ve milli savunma stajı yapmış bütün Ülkücüler, Milli Eğitim müfredatıyla kazanılamayan bir vatandaşlık bilinci ve milli güvenlik sorumluluğu kazanmışlardı. 

Bu farklılığın mimarı olan Başbuğ Türkeş, militanların hedefi olmakla kalmamış, askerler tarafından da idamla yargılanmış ve mensuplarını yağlı urgana teslim etmenin acısını yaşamış bir hareketin yetişmiş kadrolarını sistem partilerinin içine gömerek onların sokakta kalmasını, kamusal açıdan yok olmasını önledi. Bir dava adamı, daima bir adım sonrası için ümitli olmak zorundaydı. En yakınlarından gelen parti içi muhalefete ve BBP ayrışmasına rağmen Türkeş’in uzun soluklu stratejisi, bu kadro kamuflajını anlamlı, sistem partilerine yapılan ılımlı muhalefeti de meşru kılıyordu.

Vatan aşkıyla da olsa “illegale bulaşmak
” tuhaf bir işti. Ülkücülerin Ocak seminerlerinde fikir kitaplarında veya sokak kavgalarında edindiği devlet umuru, sistemin bürokratik kıvrımlarına pek de uymuyordu. Genç yaşta bir ilçenin, bir mahallenin veya bir okulun yarı askeri yöneticiliğini yapmış; yasaların dışına çıktığı için de bürokrasiyle ve kanunlarla mücadele etmek zorunda kalmış insanları, 12. derecenin 1. kademesinden memur yaptığınız zaman delikanlı, sistemi zorlamaya başlıyordu. 

Bu yüzden 12 Eylül öncesinde, kavga devrinde aktif görev yapmış ve silah kuşanmaya mecbur kalmış gençler, bürokraside fazla ileri gidemediler. Yönetilene zül gelen yönetmelikler, düzenin tüzükleri, ve ipe sapa gelmez kararnameler onlara anlamsız ve ülkülerden uzak bir oyunun çıkmaz sokakları gibi geliyordu. 

Halk mutsuzdu, Amerika bastırıyordu, Turan avucumuzdan kayıp gidiyordu. Önce dışarda Asala, sonra içerde PKK terörü, elini kolunu sallayarak yürüyordu. Türk dünyası tekliyor, İslam dünyası yanıyor, Bosna, Çeçenistan, Kosova kan ağlıyor ve Ülkücü, bilmem kaç tarihinden kalma mevzuat hazretlerine kapıkulu yapılmaya çalışılıyordu. 

Ülkücülerin kadro şemsiyesi altında olanı da sokakta geçim derdine mahkum olanı da mutsuz ve yalnızdı. Alp erenden, Gazi dervişten, samuraydan, şövalyeden memur olmuyordu. 80’lerde geçim derdiyle illegale bulaşan Ülküdaşların temel sancısı, maddi ve manevi tatminsizlikti.

Yer altında daha pratik yürüyen, yine bilek ve yürek gerektiren farklı bir hayat vardı. Evraktan numara almadan bir büroya giriyor, şefin imzasını beklemeden bir hırsızın kafasını koparıyor; KDV, stopaj ve damga vergisi ödemeden çıkıp geliyordunuz. Hem epeydir biriken adrenalinizi teskin edecek bir mevzu buluyor, hem de eski günlerde olduğu gibi omuz omuza yürüdüğünüz maiyetiniz tarafından eski günlerdeki gibi takdir ediliyordunuz. 

90’ların sonunda bürokrasiye intisab eden Ülkücülerin bir ucu “salla başını al maaşını” usulüne adapte olmuşken, yer altına inen ülkücülerin diğer ucu da epeydir araziye uyup, “psikopata
” bağlamıştı. 

Şimdi bu dikey tasnifte bir ucu Genel müdür, müsteşar ve profesör seviyesinde bürokrasiye adapte olmuş; diğer ucu ise yer altının derinliklerinde kısmet arayan bir Ülkücü camiada grup içi anlaşmazlıklar olması gayet tabii değil midir? Haydi Ölçme ve Değerlendirme kitabının ortasından konuşalım ve bu uçuk örnekleri bir tarafa bırakalım. 

Hatta dikey tasniften vazgeçip yatay bir ideolojik analiz yapalım... 12 Eylül Proflarının “Türk Milliyetçiliği”ni ötekileştirerek mahkum etmek için icad ettiği “Atatürk Milliyetçiliği”ni de ideolojik portföyüne almakta bir sakınca görmeyen, “cumhuriyetçi” bir Ülkücüyle ille de 77 model “Türk-İslam Ülküsü” diyen ve İslam’ı daha rahat konuşup yaşayabilme muradıyla mevcut iktidarın “demokrasi hamlelerine” anlayış gösterebilen bir “muhafazakar-demokrat
” Ülkücü arasında fikir ayrılığı bulunması gayet normal değil midir? Tabii ki bunlar da uç örneklerdir ama mevcut düşünce disiplinsizliğinin sonunda ortaya ne çıkması beklenirdi.

Merkezdeki parti görevlileri dahil, bu düşünce grafiğinin her diliminde bugün çeşitli görüş farklılıkları mevcut değil midir? Bu farklılıkların sona erdiği yer, MHP basın bildirisinin okunduğu an olmalıdır. Parti meydana çıktığında serdettiği görüş, bütün Ülkücüleri bağlayıcı olmak zorundadır. Bunun sağında veya solunda herkes boş zamanlarında istediğini konuşabilir. Ancak, Ülkücü manifestoyu sadece iki kalem yazabilir: MHP ve Ülkü Ocakları... İdeal olanı, bu kurumlarda liyakat sahibi Ülkücülerin görev alması ve kalemin Ülkücü irade doğrultusunda kullanılmasıdır.

En kısa tanımıyla Ülkücülük, “düşmana satılmama ve serden geçebilme hali”dir. Bu ortak vasfı koruyabilmiş her Ülkücünün birbirine değer vermesi tarihi bir mecburiyettir. Başbakan yardımcısından, otopark değnekçisine kadar her Ülkücü, eğer “satmıyor, satılmıyor, çalmıyor, çırpmıyor ve yeri geldiğinde serden geçebiliyorsa
” azizdir, muteberdir, sevgilidir, baş tacıdır. 

Etrafınıza bakın. Yok yok etrafınızda bulamayabilirsiniz, televizyon reklamlarına yerli dizilere filan bakın. Olmadı 3. Sayfa haberlerine bakın. Millet neyle uğraşıyor, Ülkücü neyle dertleniyor. Bunu biz görüyoruz da bir saniyede Yemen’den Urfa’ya gelen şeytan göremiyor mu? Bu devirde nefsini böylesine aşabilen bir gönül eri, hiç şeytanın tasallutundan uzak durabilir mi?

Ha! Asıl yenilmesi güç olan ve 12 Eylül’den beri peşimizi bırakmayan ikinci düşmana yer ayırmayı az kalsın unutuyordum. Esas düşmanımız her zamanki gibi, hatta her zamankinden daha da fazla “şeytan
”dı. Bireysel takva teşebbüslerinde şeytan bir kula nasıl daha fazla musallat oluyor ve onun aklına abuk sabuk işler getiriyorsa Ülkücü hareket de Türk Milletinin yegane ümit kaynağı oldukça bütün camia aynı anda iblisin hücumuna uğramaktadır. Dedikodu ve mesnedsiz iddia, bugünkü düşmanlarımızdır. 

Ülkücüler, Ülküdaşlarıyla ilgili karar ve kanaatlerinde en az; -üç kuruş kredi vermek için iki sağlam kefil, teminat, ipotek, bordro vs. isteyen- bankalar kadar hassas davranmak, düzgün tahkikat yapmak, dedikodu ve su-i zandan uzak durmak zorundadırlar. "Ülküdaşını kolay satan
" adam, ya Ülküdaşından rahatsızdır; ya da Ülkücülükten...

Partiden memnuniyetsizlik de bir Ülkücü sancılanma halidir. Bünyedeki idealizm, doğru bilgiyle yıkanmadığı içindir ki bireysel bir müşkilpesendliğe yol açmakta ve MHP’den tılsımlı sonuç beklentileri ortaya çıkmaktadır. Daha kongreler sürecine girilmeden camiada şimdiden düşman sevindiren bir bilgi kirliliği mevcuttur. Bu kirlilik, sinirleri bozmakta ve Ülkücüye yakışmayan dolaylı diyaloglara neden olmaktadır. 

Müdahale edilmezse şeytan herkesi birbirine düşman edecektir. İki Ülkücü arasında bir kötü söz kulağa çalındığında, bizzat sahibine sormadan, tahkik etmeden habere inanmak, şeytanın hazırladığı pusulara düşmekten başka birşey değildir. Ülkücüye yakışan, yüzyüze muhabbet içinde bilgi alış verişinde bulunmak ve nefsi konularda bağışlayıcı olmaktır. 

Meşhur bir mesel vardır. İblis’in şakirdleri her gün gelip kendisine rapor verirler, “bugün şu adamı yoldan çıkardık... Felancayı hırsızlığa teşvik ettik, şuna cinnet geçirttik” filan derlermiş.. Şeytan pek umursamazmış. Bir gün yine büyük bir hevesle gelip, “bugün bir adamın karısıyla arasını açtık” deyince şeytan “hah şimdi bir iş yapmış oldunuz
” demiş. 

Ne alakası var!
” diyeceksiniz... Öyle alakalı ki: 

Bilenler bilir, meseldeki karıyla koca, Müslümanın diğer milletlere parmak ısırtan “nesil emniyetinin
” fiili aktörleridir. Mutlu yuva, mutlu çocuk, güçlü yeni nesiller demektir.

Ülkücüler de aşkla sevdikleri milletlerinin nesil emniyetinin, Türk varlığının ve bekasının tarihi sorumlularıdır. Ülkücünün Ülkücüye sudan sebeplerle küsmesi, şeytanın Ülkücüyü bu ağır sorumluluktan uzak tutmak için hazırladığı bir tuzaktır. 

Bugün, Ülkücülerin o, dünyaya parmak ısırtan muhteşem birliği ve disiplini için yeniden “besmele çekme” zamanıdır. Sebepler muhtelif olabilir ama “kardeş kavgası,” Kabil’in cinnetinden bu yana daima “kendi şeytanımızın
” oyunudur. 

Ülkücülük bazen “bir yüce dileğe doğru yalnız da olsa yürüyebilme”, bazen ise “Kabil’in Habil’e saldırmaktan vazgeçebilme” kabiliyetidir. Birincisinde 12 Eylülleri, ikincisinde ise şeytanı yenmiş olursunuz. 

Ezelden beri zor olan “Ülkücülük” ikincisidir. 


İlk kardeş katlinin öyküsü: “Çiftçi olan Kabil, Allah'a buğday ve meyve adar. Çoban olan kardeşi Habil ise bir koyun kurban eder. Allah Kabil'in adağını reddeder, Habil'inkini kabul eder. Kabil buna çok kızar ve kıskançlık içinde Habil'i öldürür.” (Wikipedia)

Allah hepimizi kurbanı makbul, kardeşini seven kullarından eylesin. Bu vesileyle bütün Ülküdaşlarımın Kurban Bayramlarını tebrik ediyor, büyüklerimin ellerinden küçüklerimin gözlerinden öpüyorum. İnşallah bu bayram, Ülkücülerin gönül yaralarına melhem olan, düşmanı kıskandıran muhabbetlerine vesile olsun.
Editör: TE Bilişim