Türk Ocaklarının Anayasa Değişikliği Düşünceleri

Türk Ocaklarının Anayasa Değişikliğine ilişkin görüş ve düşünceleri

Tarih, mukayeseli okunması durumunda çok değerli bir ibret belgesi işlevini görür. İlk anayasamızı Osmanlı döneminde, 1876’da “Kanun-i Esasi” olarak yürürlüğe koymamızdan başlayarak 135 yıl zarfında, değişik tarihlerde altı adet yeni Anayasa yaptık. Bunların her biri hazırlanırken ülkemizde büyük sorunlar yaşanıyor, dar boğazlardan geçilmeye çalışılıyordu.

1876’da, Kanun-i Esasi’nin hazırlık çalışmalarının yapıldığı günlerde, düvel-i muazzama’nın isteğiyle İstanbul’da, Tersane Konferansı toplanmıştı. Osmanlı Devleti’ne, Rumeli’de ayaklanma hâlinde olan Hristiyan tebaasına otonomi anlamında siyasal statü tanınması, bağımsızlıklarının özerklik adıyla tescil edilmesi hususunda baskı yapılıyordu.

Sadrazam Mithat Paşa, yönetimin meşruti yapıya kavuşması amacıyla hazırlanan ve bütün tebaaya birçok Avrupa ülkesinin bile sahip olmadığı hak ve özgürlükleri sunan Kanun-i Esasi’yi top ateşleriyle ilan edip toplantı hâlindeki yabancı devlet temsilcilerine bunun bilgisini sunarken çok ümitliydi. Çünkü Devlet-i Aliye’den ıslahat adıyla istenen yaptırımların tamamına yakını Kanun-i Esasi kapsamında yerine getirilmiş oluyor, maruz kalınan dış baskıların gerekçeleri ortadan kalkıyordu. Ancak yabancı temsilcilerin tavrı, Osmanlı ricalinin düşündüğü gibi olmadı. Çünkü onların isteği, meşruti bir idare kurularak ahalinin tümüne daha geniş hak ve özgürlükler tanınması, yaşanan karmaşanın sükûn bulması değil, Osmanlı topraklarında yaşayan Hristiyan ahalinin siyasal bağımsızlıklarını kazanmalarıydı. Nitekim bu proje, 93 Harbi ile Rumeli’de büyük çapta uygulanmaya kondu. Doğu Anadolu’da ise altı vilayeti kapsayan Islahat Planı ile bağımsız bir Ermeni devletinin kurulmasının ilk adımı atıldı.

Benzer bir gelişme, 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı sürecinde yaşandı. İttihatçılar, Rumeli’de elimizde kalan son toprak parçası Makedonya’da sürüp gelen etnik çatışmaların durdurulmasının ve dağılmayı önlemenin tek yolunun, Kanun-i Esasi’nin gerekli değişiklikler yapılarak yeniden yürürlüğe sokulması olduğunu düşünüyorlardı. Bunu sağlamak üzere Ermeni komitacılarıyla işbirliği imkânlarını müzakere ediyorlardı.

Meşrutiyet, ikinci defa 1908’de “Türk, Yahudi, Rum, Ermeni / Gördük bu rûz-i rûşeni” gösterileriyle ilan edilirken İttihatçılar, sorunların çözüleceğine samimiyetle inanmışlardı. Çünkü Genç Osmanlılar’ın başlattığı İttihad-ı Anâsır politikasının başarılı olacağına, Osmanlı vatandaşlığı üst kimliği altında eşit konuma getirilen bütün ahalinin, Müslüman ve Hristiyan unsurların devlete sadakatle bağlı kalacağına kaniydiler. Ancak etnik temelli siyasal taleplerin, milletleşme girişimlerinin etnik nitelikli ödünlerle çözülemeyeceği kısa zamanda görüldü. Hristiyan unsurların hepsi, bir yıl bile geçmeden siyasal projelerini art arda hayata geçirdiler. Devlet-i Aliye’nin sadık tebaası olarak ortada, millî kimliklerini, diğer unsurları rencide etme kaygısıyla telaffuzdan bile çekinen Türkler kaldı.

1961 Anayasası, Cumhuriyet döneminde yeni bir anayasanın her derde deva olabileceği inancıyla yapılan iddialı bir girişimdir. 27 Mayıs Askerî Darbesi ile on yıllık DP iktidarı, anayasal suç işledikleri iddiasıyla mahkûm edilmiş, yaşanan sorunların 1924 Anayasası’nın kusurlarından ileri geldiği düşüncesiyle köklü bir reform yapılmasının önü açılmıştı. Bu amaçla yürütülen çalışmalar sonucunda, kuvvetler ayrılığı sistemi güçlendirildi; çift meclis kuruldu; yasama ve yürütme organlarıyla yargı arasındaki ilişkiler netleştirilerek yargı bağımsızlığı sağlandı. Anayasa Mahkemesi kurulup Danıştay’ın yetkileri genişletilerek idarenin bütün karar ve işlemlerinin, yasaların uygulanmasının Anayasa’ya uygunluğu denetim altına alındı. Ancak bir süre sonra teorik olarak mükemmel görünenlerin pratiğe uymadığı fark edildi. İleri ölçüde liberal bir anlayışın ürünü olan yeni anayasal sistemin, devlet çarkının işleyişini ciddi şekilde engellediği, giderek tırmanan toplumsal ve siyasal çalkantılarda bunun rolünün olduğu görüldü.

71 Muhtırası ile kurulan askerî vesayet hükümetinin ilk yaptığı işlerden biri, devlet mekanizmasının çalışır hâle gelmesini temin etmek, Anayasa Mahkemesi’nin işlevini, yasalarla belirlenen çerçeveyle sınırlandırmak üzere Anayasa’da önemli değişiklikler yapmak oldu.

12 Eylül Darbesi’ni yapan askerî yönetim, yeni bir anayasa yapmak üzere Danışma Meclisi’ni kurarken bu tarihe kadar yaşanan sorunların, binlerce cana mal olan anarşinin esas sebebinin 61 Anayasası’nın yetersizliği olduğuna inanıyor, Türkiye’nin huzurlu ve istikrarlı bir yapıya kavuşması için bu eksikliği telafi etmeyi düşünüyordu. Aradan 29 yıl geçtikten sonra daha önce yaşanan tecrübelerde olduğu gibi, yapılırken ideal olduğuna inanılan Anayasa’nın beklentilere cevap vermediği, ihtiyaçları karşılamadığı, gelişen ve büyüyen Türkiye’ye dar geldiği ortaya çıktı.

Ülkenin ve Dünyanın içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik şartlara, toplumun ihtiyaçlarına cevap veren; parlamenter, demokratik düzenin oluşumunu ve aksamadan işleyişini sağlayan; hak ve özgürlükleri güvence altına alan mükemmel bir anayasaya sahip olmamız hususunda toplumsal bir mutabakat oluşmuş görünüyor. Ancak, 135 yıldır bu konuda yaşadığımız tecrübeler gösteriyor ki, yeni anayasa arzusunun fetiş hâline getirilmesi, bununla bütün sorunlarımızın çözüleceğinin düşünülmesi son derece yanlıştır; bu tarz bir yanılgıya yeniden düşülmesi durumunda, milletimiz geçmişte yaşadıklarımıza benzer yeni hayal kırıklıklarıyla karşı karşıya kalabilir. Türkiye’nin mevcut sosyal ve siyasal sıkıntıları artarak devam eder. Anayasa, sonuçta yasal bir metindir. Bunun toplumsal, kültürel ve tarihî karşılıkları bulunmuyorsa, felsefesini ve zihniyetini toplum benimseyip içleştiremiyorsa kâğıt üzerine yazılanların uygulanma kabiliyeti sınırlı kalır. Sonuçta, yeni anayasa beklentileri, istekleri sürüp gider. Her gelişmiş devletin anayasası, o devletin içinde oluştuğu tarihî şartlarla felsefi ve ideolojik değerlerini, hedeflerini yansıtan özelliklere sahiptir.

Bazı vakıf ve dernekler üzerinden bir süredir yürütülen yeni anayasa hazırlama girişimlerinin önemli özelliği, bu grupların toplumsal mutabakat arama ihtiyacı duymamalarıdır. Demokratlığı, sadece kendileri gibi düşünen insanlar için tasavvur eden bu totaliter anlayışın, liberal bir görünüm altında yeni anayasaya hâkim kılınmak istenmesi, basın üzerinden yürütülen yoğun bir kampanyayla siyasi iktidarın yönlendirilmeye çalışılması, sorunu daha baştan tartışmalı hâle getiriyor; makul bir çözüm için açık tutulması gereken kapılar kapatılmaya çalışılıyor.

MİLLÎ KİMLİĞİMİZ ANAYASA’DA VURGULANMALIDIR

Varlıkları İstanbul sermayesinin büyük desteğine bağlı olan bu kesimlerin yirmi yıldır çeşitli vesilelerle öne sürdükleri görüşlerin, yaptıkları tekliflerin temel hedefi, “tarafsız anayasa” başlığı altında millî kimliğimizi yansıtan ifadelerin metinden tümüyle çıkarılarak Türk Milleti kavramının reddedildiği, coğrafyayı referans alan tarihsiz, kimliksiz, millî kültürün yok sayıldığı yeni bir toplum yapısı oluşturmak, kozmopolitizmi anayasal statü hâline getirmektir.

Bu çevrelere göre, “Millet kavramı, toplumun farklılıklardan oluşan çoğulcu yapısından kaynaklanan özgürlükçü demokrasiyle uzlaşmakta zorlanan bir tarzda ‘türdeş’ bir toplum yapısını anlatmaktadır. Çağdaş, çoğulcu-çok kültürcü demokrasi anlayışına da, Türkiye toplumunun türdeş olmayan çoklu-çoğulcu yapısına da ters düşen düzenleme ve yorumlar milliyetçilik ideolojisinin anayasa içindeki güçlü konumunu yansıtıyor.” Bu hükümlerden yola çıkılarak Anayasa’da Türk kimliği yer almasın, okullarda din dersi okutulmasın, Diyanet kaldırılsın, dinî hizmetler cemaatlere bırakılsın, yerel yönetimlere özerklik tanınsın gibi talepler art arda sıralanıyor. Hatta isteklerini daha da somutlaştırarak aralarından Türk Milleti yerine “Türkiye Milleti” tabirinin Anayasa’da yer almasını isteyenler de çıkıyor. Anayasal yurttaşlık ve Türkiyelilik gibi tanımlamaların metinde esas alınmasını başarmaları durumunda, bunun “Türk milleti olgusu”nun sosyolojik mahiyetinin inkâr edilmesi, Türklüğün sıradan bir etnik unsur konumuna indirgenmesi anlamına geleceğini bilmemeleri düşünülemez.

Millî kültürün ortak bir payda oluşturmadığı çok kültürlü toplumlarda yaşanan kimlik ve sadakat sorununu aşmak ve bir tür sivil bağ olarak işlev görüp birlikte yaşama imkânını sağlamak üzere anayasal yurttaşlık kavramıyla ifade edilen soyut anayasal değerler temel alınır. Ancak Türkiye, bazılarının iddia ettiği gibi birbirinden kompartımanlarla ayrılan çok kültürlü etnik bir mozaik değildir. Soyut bir anayasal değeri, millî kimliğin yerine ikameye çalışmak yapay bir zorlama olur. Bunun toplumsal karşılığı, kültürel gerçekliği yoktur. Anayasal yurttaşlık kavramı, statü anlamında algılanmak suretiyle bireyin siyasi ve hukuki konumunun belirlenmesi açısından kuşkusuz önemlidir; bireysel hak ve özgürlüklerin anayasadaki başlıca referans kaynaklarından biridir. Anayasada bireysel hak ve özgürlüklerin eksikliklerinin giderilmesi; çağdaş, demokratik değerleri kapsayacak şekilde güçlendirilmesi, anayasal yurttaşlığı metinde soyut bir kavram olarak kalmaktan çıkarır, ona dinamik ve işlevsel özellik kazandırır.

Bu coğrafyayı, XI. yüzyıldan beri Türkiye diye adlandıran Batılılar, bununla bir ırkı değil, bu topraklarda var olan kültür ve medeniyeti oluşturan milleti kastediyorlardı. Fransa coğrafyasında yaşayanları Fransa milleti, Almanya coğrafyasındakileri Almanya milleti diye adlandırmak ne kadar anlamsız bir tercih olursa bu toprakların halkına Türkiye milleti demek, Türk Milleti adını Anayasa’dan çıkartarak Türk kimliğini yok saymak da sosyolojik ve tarihî gerçekleri inkâr anlamına gelir.

Bu coğrafya, bin yıldır Anadolu mayasıyla yoğrulmuş Türk vatanıdır, Türkiye’dir. Burada yaşayan insanların kökeni, mezhebi ne olursa olsun, hepsinin ortak adı Türk Milleti’dir. Anayasa’da millet veya yurttaşlık tanımı yapılırken, kullanılacak ifade öncelikle ve sadece Türk Milleti ifadesi olmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, millî irade ve millî hâkimiyet esas alınarak kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde bu temel anlayışla çelişen bazı uygulamaların bulunması, devletin temel esaslarının, kuruluş felsefesinin değiştirilmesi için asla mesnet olamaz.

Birlikte yaşamayı kabul eden birey ve toplumlar için anayasa yapılır. Ayrılıkları ve farklılıkları derinleştiren anayasalar, birlikte yaşama arzu ve iradesini yok eder. Dolayısıyla yenilenmiş bir anayasada esas düzenlemeler, birlikteliği pekiştirecek, eşitliği ve özgürlüğü derinleştirecek hususlar üzerine olmalıdır. Eşit bireylere en geniş temel hak ve özgürlüklerin verilmesi, bu birlikteliği daha da kuvvetlendirecektir.

Birey ve vatandaş olma bilincinin yerine, grup veya cemaate aidiyetliği esas alan anayasaların kalıcılık niteliği olmaz. Özellikle etnik ve dinî ayrımların esas alındığı bir anlayışla kolektif hakların öne çıkarılmasının, demokratik hayata ve kuruluş iradesinin mevcudiyetine öldürücü bir darbe olacağı unutulmamalıdır.

En az bir Fransız, bir Alman yahut bir İtalyan kadar kimliğimizi adlı adınca kullanmak, milletimizin doğal hakkıdır. İdeolojilerden arındırılmış, tarafsız bir anayasa yapılmalı, diyerek Türk kimliğini yansıtan ifadeler metinden çıkarılırsa bu topraklarda yaşayan insanları yüzyıllar boyunca bir arada tutan kültür, inanç, medeniyet ve tarih ortaklıkları yok sayılmış olur. Sosyolojik bir evrenin eseri olan millet olgusu yerine, çağdışı bir köken ve ırk anlayışı, anayasal zemin bulur. Türkiye’nin etnik bir mozaik olduğu safsatasının hukuken tescil edilmesi suretiyle toplumsal ayrışma kaçınılmaz hâle gelir.

12 Eylül ürünü olduğu gerekçesiyle peşinen metinden çıkarılmaya çalışılan Anayasanın ilk üç maddesi ile 66. madde, devletimizin temel nitelikleri ve ülkenin birliğini, bütünlüğünü vurgulayan temel tespitler olduklarından, yeni anayasada da muhafaza edilmelidir. Zaten Anayasa’nın 4. maddesindeki “İlk üç maddenin değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez.” ifadesiyle, bunların değiştirilmesi hâlinde, yürürlükte olan Anayasa’nın ihlal edilmesi durumu ortaya çıkar.

KÜRTÇE EĞİTİM DİLİ OLAMAZ

Anayasa’da gerekli düzenlemeler yapılarak Türkçe dışındaki dillerin de okullarda okutulup öğretilmesine imkân tanınması için yapılan girişimlerin asıl amacının Kürtçeyi, Türkçeyle birlikte kamusal alanda kullanılır duruma getirmek olduğu aşikârdır. Ülkemizin en büyük sorunu olan ırkçı- ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin sözcüleri, her vesileyle bu yöndeki taleplerini dile getiriyor, hatta bunu terör örgütünün silah bırakmasının ön şartı olarak ileri sürüyorlar.

Türkiye’de devletin resmî dilinin Türkçe olması, Osmanlı İmparatorluğu gibi çok milletli bir yapıdan günümüze intikal eden tarihî bir olgudur. Bu durum, tarih ve medeniyetimizin tabii bir sonucudur. Türkçeden başka bir dille resmî okullarda eğitim verilmesi isteği, millî devlet ilkesine tamamen aykırı olduğu gibi, pedagojik açıdan da yanlıştır. Mahalli dillerin veya başka dillerin öğrenilmesi, bugün olduğu gibi özel kuruluşlarla yapılabilir. Kürtçenin eğitim dili olmasına ilişkin taleplerin, iki milletli bir devlet yapılanmasına geçiş projesinin ilk ve en esaslı ayağı olduğu açıktır. Bunu demokratik bir talep şeklinde örtmeye çalışmanın samimi bir yanı yoktur. Anayasa’nın 42. maddesi aynen muhafaza edilmelidir.

Bireysel insan hakları çerçevesinde en ileri ve geniş hak ve hürriyetler, temel bir ilke olarak Anayasa’da yer almalıdır. Ancak herhangi bir zümreye veya etnik gruba, toplu veya ayrıcalıklı grup hakları veya siyasi haklar tanınamaz. Çünkü etnik nitelikli bir talebi, etnik ödünler vererek çözmeye çalışmanın başarılı sonuçlar vermediği, tam tersine merkezkaç etkisi yaparak bu eğilimleri daha çok hızlandırdığı bir vakıadır.

Terör yöntemiyle Türkiye toprakları üzerinde iki milletli bir yapı inşa etmenin mümkün olmadığını gören terör örgütü, yeni anayasa üzerinden amacına ulaşmak istiyor. Etnik fitneyi terörist bir hareket olarak görmeyen, isteklerini haklı ve meşru sayan, devleti bu isteklerini yerine getirmediği için suçlayan bazı liberal ve solcu çevrelerin demokratikleşme adına bu paralelde tavır almaları, Türkiye’yi yeni anayasa konusunda kritik bir noktaya getirmiş bulunuyor.

Kürtçe öğrenmek hususunda şu anda hiçbir engel yoktur. TV dâhil her türlü Kürtçe yayın yapılabiliyor; kurslar açılabiliyor; kitap, dergi ve gazete çıkarılabiliyor. Bazı üniversitelerde YÖK’ün icazetiyle Kürdoloji Enstitüleri kurulmuş bulunuyor. Bunlarla yetinmeyerek Kürtçenin eğitim dili olmasını istemek, demokratik bir hakkın kullanılması değil, doğrudan devletin üniter yapısının zedelenmesi, toplumun Anayasa üzerinden resmen ayrıştırılması anlamına gelir.

Türkçe, sadece devletin resmî dili değil, bu topraklar üzerindeki millet varlığının temel direğidir. Entelektüel fantezi olarak kaldığı sürece, çok kültürlülük veya kültürel çoğulculuk gibi görüş ve iddialar konuşulup tartışılır. Ama bunlar esas alınarak anayasal bir operasyona kalkışılırsa bu, Türkiye’nin pek uzun olmayan bir zaman sonra bölünmesine yol açar. Etnik fitnenin amacının bu olduğunu, aydın olarak tanımlanan bazı kesimlerin de bu niyete sıcak baktıklarını herkes görüyor. Kürtçenin eğitim dili olmasını isteyenler, bireysel planda kültürel bir hakkın kullanılmasını değil, ayrılıkçı etnik bilincin devletin okulları kanalıyla yaygınlaştırılmasını, derinleştiril- mesini istiyorlar.

Millet adı verilen tarihî ve sosyolojik olgunun hem oluşumunda hem de devamında birinci faktör konumunda bulunan dilin yani Türkçenin, bu işlevini yapamaz duruma gelmesi, ilk safhada toplumsal çözülmeye, ayrışmaya, ardından siyasal dağılmaya ve çatışmaya yol açar. Tarihimizde bu örnekleri yaşadığımızı asla unutmamalıyız.

Kamusal alanlarda ve okullarda Türkçenin yanında ikinci bir dilin varlığına imkân tanımak, hâlen PKK üzerinden yoğun şekilde sürdürülen etnik bilinç oluşturma girişimlerine güçlü bir dayanak sağlar; etnik fitneye, şiddetle üzerinde durulan pedagojik zemin devlet imkânlarıyla sunulmuş olur. Bu tuzağa kesinlikle düşülmemelidir.

YEREL YÖNETİMLER KONUSU

Anayasa tartışmalarında öne çıkarılan konulardan biri de yerel yönetimlerin durumudur. Merkezî yönetimin yetkilerinin azaltılması, yerel yönetimlere inisiyatif tanınması hususunda Tanzimat’tan bu yana birçok uygulama yapılmış, karar alınmıştır. Geçen yüzyılın başlarında “adem-i merkeziyetçilik” konusu tartışılırken bu tezi gündeme getiren Prens Sabahattin, siyasi adem-i merkeziyetçilikle idari adem-i merkeziyetçiliğin farklı olduğunu, siyasi mahiyettekinin bölünmeye yol açabileceğini, bu nedenle kendisinin idari anlamda adem-i merkeziyetçiliği savunduğunu uzun uzadıya anlatmıştı.

Yakın dönemlerde, yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi amacıyla ilgili yasalarda birçok değişiklik yapıldı. Özellikle Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, bazı çekinceler konularak imzalandıktan sonra, gereken uyumun sağlanması yönünde adımlar atıldı. Belediye Kanunu, Özel İdare Kanunu, Büyükşehir Belediye Kanunu’nda yapılan düzenlemelerle merkezi idarenin yerel yönetimler üzerindeki idari vesayet yetkisi, sadece “hukuka uygunluk” ve “yargıyı harekete geçirme yetkisi”ne indirgenmiş; yerel yönetim organlarının işlemlerini onaylama yahut onaylamama yetkisi kaldırılmıştır. Keza bu şarta uygun olarak ülkemizde yerel yönetimlerin karar organlarının seçimi, yerel seçimler döneminde seçmenler tarafından yapılmaktadır. Yerel yönetimlerimiz, yasaların belirlediği sınırlar içinde olmak şartıyla yönetim yapılarını oluşturmaktadır.

5393 Sayılı Belediye Yasası’nın 48. maddesine göre, belediye teşkilatı norm kadroya uygun olarak yazı işleri, mali hizmetler, fen işleri ve zabıta birimlerinden oluşmaktadır. Belediyelerin nüfusu; fiziki ve coğrafi yapısı; ekonomik, sosyal ve kültürel özellikleriyle gelişme potansiyelleri dikkate alınıp norm kadro sistemine uygun olarak gerektiğinde sağlık, itfaiye, imar, insan kaynakları, hukuk işleri ve diğer birimler kurulabiliyor.

Bu birimlerin kurulması, kaldırılması ve birleştirilmesi Belediye Meclisi kararıyla olmaktadır. Yasa’nın bu maddesine göre artık her belediye ihtiyaçlarına ve yapısına uygun olarak farklı biçimde örgütlenmektedir. Özetle Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, ülkemizde 20 küsur yıldır zaten uygulanmaktadır. Şart’ın onayladığımız maddeleri bir tarafa, 2005 yılında yapılan yasal düzenlemelerle birlikte çekince koyduğumuz maddelerin önemli kısmını da hâlen ihtiyari olarak uyguluyoruz.

Radikal liberalci çevreler ile ırkçı-ayrılıkçı Kürtçülük hareketini yürütenler, bunları yeterli görmüyorlar. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın isteklerini karşılamakta yetersiz kaldığını, bunun daha ilerisini talep ettiklerini açıkça söylüyorlar. 14 Temmuz’da, Demokratik Toplum Kongresi’nde “Demokratik Özerklik” talebine ilişkin açıklama, bu çevrelerin esas amaçlarının Türkiye’nin yönetim yapısını değiştirerek konfederal bir yapılanmaya dönüştürmek olduğunu bir kere daha ortaya koymuş bulunuyor.

Özerklik, muhtariyet yahut otonomi, merkezî örgüt yapısını, dolayısıyla devlet hiyerarşisini reddederek egemenliğin belirli ölçülerde özerk bir yönetime devredildiği, merkezî yönetimle ilişkilerin birkaç alanla sınırlı tutulduğu, valinin mahallinden seçildiği konfederatif bir yapılanmayı öngörür. ABD gibi kendine özgü tarihî, siyasi ve kültürel ortama sahip bir ülkede uygulanmakta olan federatif sistemi model olarak öne sürmek, Türkiye’nin şartlarıyla kesinlikle bağdaşmaz. Belli çevrelerin demokratik özerklik adıyla öne sürdüğü istekler, demokratikleşme adı altında konfederatif bir sistem kurularak elverişli bir ortam bulunması durumunda bağımsızlığı, ayrılmayı amaçlayan politik bir projedir.

Yerinden yönetim ilkesini en geniş şekilde uygulamak ve bunun çoğulcu katılım ögelerini güçlendirmek esas olmakla birlikte, özellikle denetim mekanizmaları kurulmalı ve herhangi bir şekilde idari veya siyasi muhtariyet anlamında yorumlanabilmesini kesinlikle önleyecek bir yazılım sağlanmalıdır.

Demokratik sivil anayasa fantezileriyle bazı entelektüel muhitlerde destek bulan bu taleplerin karşılanması durumunda, Türkiye kısa zamanda eski Yugoslavya’nın akıbetiyle karşı karşıya kalır. Bu etnik tuzağa kesinlikle düşmemeliyiz. Yerel yönetimlerin daha verimli çalışmalarının sağlanması, bürokrasinin azaltılması; şartlar, imkânlar ve ihtiyaçlar gözetilerek yasalarda yapılacak değişikliklerle her zaman gerçekleştirilebilir. Dolayısıyla bu konunun Anayasa metninde genel prensiplerin belirlenmesinin ötesinde ayrıca zikredilmesi, gereksiz bir zorlama olur.

CUMHURBAŞKANI’NIN YETKİLERİ ve SEÇİM SİSTEMİ

1982 Anayasası’nda, önceki anayasalarda temsil makamı konumunda olan Cumhurbaşkanı’nın yetkileri genişletilmiş, yarı başkanlık sistemini anımsatacak tarzda işlevsel kılınmıştır. Devletin hemen hemen bütün üst düzey yöneticilerinin, valilerin, üniversite rektörlerinin, Anayasa Mahkemesi Üyelerinin, üst mahkemelerin yargıç ve savcılarının atanmalarının, siyasi sorumluluğu bulunmayan bir makam tarafından yapılması, parlamenter demokratik sisteme uymadığı öne sürülerek devamlı tartışıldı.

Cumhurbaşkanı’nın birçok yetkisi, son iki yıl içinde Anayasa ve yasalarda yapılan değişikliklerle eskisine nazaran hayli azaltılmış bulunuyor. Ayrıca Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra halk tarafından seçilecek olması, makamın siyasi pozisyonunun tahkimi anlamına geliyor. Bu hususlar dikkate alındığında, Cumhurbaşkanı’nın yetkileriyle ilgili bazı düzenlemeler yapılmakla beraber, eskiden olduğu gibi sırf temsil makamı konumunda kalmaması yani şimdiki gibi işlevsel kılınması, yönetimin istikrarlı ve ahenkli işlemesi bakımından daha yararlı olacaktır. Çünkü siyasi dengeler, demokratik sistemlerde her zaman değişebilir. Yakın zamanda, bizde yaşandığı gibi koalisyonlar kurulabilir. Ülkemizde parlamenter sistemin işleyişinde, Seçim ve Siyasi Partiler Kanunu’nun etkisiyle yürütme organı, yasama organının üstünde bir işleve sahiptir. Yasama organının, yasaları hazırlama ve değiştirme dışında icra yetkisi son derece sınırlıdır. Halkın oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanı’nın, sadece kendisine sunulan kararnameleri imzalayan onay makamı olması durumunda, yürütme organı bir nevi hiyerarşik üstünlük kazanır. Bunun yerine Cumhurbaşkanı’nın yasalarla belirlenen ölçüde işlevinin bulunması, demokratik bir yapılanmanın ruhuna ve anlamına daha uygun olur.

Parlamenter sistemi değiştirerek Başkanlık sistemine geçilmesine yönelik isteklerin, Türkiye’nin tarihî, siyasi ve toplumsal şartlarına uygun olmadığını düşünüyoruz. Başkanlık sistemine geçilmesi durumunda, doksan yıldır uygulanmakta olan ve yerleşik bir anlam kazanan düzen, temellerinden sarsılacağı gibi rejimin otoriter bir yapıya dönüştürülmesine de yol açılabilir. Böylece yıllardan beri çok fazla emek ve çabayla kurulmasına çalışılan demokratik yapı büyük yara alır.

Yeni bir anayasa yapılması sürecinde Seçim Kanunu ile Siyasî Partiler Kanunu’nun ele alınarak demokratik sistemin işleyişini aksatan hükümleri, daha fazla geciktirilmeden düzeltilmelidir. Bu cümleden olarak bazı Avrupa ülkelerinde uygulanan dar bölge ve çoğunluk sistemi ile daha adil bir temsil tablosunun ortaya çıkması sağlanabilir. Bu arada, çok tartışılan seçim barajı sorunu da çözülmüş olur.

550 milletvekilinden 100’ünün Türkiye Milletvekili olarak ayırt edilmesi, bu seçimlerde % 3’ün üzerinde oy alan partilerin arasında aldıkları oy oranına göre taksim edilmesi, siyasi görüşlerin Meclis’e daha adil bir şekilde yansıtılmasını sağlayacak bir yoldur.

Siyasi Partiler Yasası, bugünkü hâliyle parti genel başkanlarını tek seçici konumuna getiriyor, tek söz sahibi ve belirleyici kılıyor. Böylelikle genel başkanların iç eleştirme imkânı ortadan kalkıyor. Ancak tek seçici işlevini yapan genel başkanların belirlediği isimler milletvekili yahut bakan olabiliyorlar. Daha önce adayların belirli bölümü, partili delegelerin katıldığı ön seçimle belirlenirken bu uygulama uzun zamandan beri gündemden kalktı, merkez yoklaması yolu geçerli kılındı. Parti içi istikrarın ve disiplinin korunması gereği de dikkate alınarak parti üyelerine daha etkili olabilecekleri bir alan tanınması, merkez yoklaması yönteminin belirli ölçüde yumuşatılması siyasete katılımın genişletilmesi açısından yararlı olacaktır. Katılımcı demokrasinin
kapıları böylece açılacaktır. Bu değişikliklerden Anayasa’da zikredilmesi gerekenler genel esaslar hâlinde metinde yer almalı, bir çerçeve belirlenmeli, ilgili yasalardaki gerekli düzenlemeler bir an önce ayrıntılı şekilde yapılmalıdır. Demokratik düzenin hayata geçirilebilmesi, ahenkli ve işlerli hâle getirilebilmesi için Anayasa’yla Seçim ve Siyasi Partiler Yasası arasında uyumun sağlanması şarttır.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ DURUMU VE CEM EVLERİ KONUSU

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kuruluş felsefesine uygun olarak dinî nitelikli bütün örgütlenmeler ortadan kaldırıldı. İslam dininin inanç ve ibadetlere ilişkin işlerini yerine getirmek üzere 03 Mart 1924’te “Diyanet İşleri Reisliği” kuruldu. Osmanlı döneminde merkezî bir din kurumu olarak Şeyhülislamlık makamı bulunuyordu. Özgün bir cumhuriyet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığının kurumsal kimliğini bu gelenekle ilişkilendirerek anlamak, dinî ve tarihî tecrübeye uygun düşmektedir.

Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasıyla bir yandan din hizmetleriyle ilgili boşluğun doldurulması temin edilmiş diğer yandan kurgulanan ulus devlet anlayışına uygun toplumsal bir birleşmenin gereği olarak din örgütlenmesinde yetkili bir kurumun inşası sağlanmıştır. Bu Başkanlık kurulurken mistik tecrübeyi değil, bilgiyi merkeze alan bir din anlayışının geliştirilerek güvence altına alınması düşünülmüştür. Başka bir ifadeyle Diyanet, mistik bir tecrübeyi değil, bilgiyi merkeze alan bir din anlayışını geliştirmek, dolayısıyla mezhep, cemaat ve tarikat gibi alt inanç yapılanmalarından bağımsız bir şekilde din hizmeti sunmak üzere kurgulanmıştır. Diyanet’in tamamen kaldırılmasını savunan görüşler, Cumhuriyet’in diyanet projesiyle çeliştiği gibi, siyasi ve idari örgütleme biçimiyle de ters düşmektedir. Türkiye’nin hem sosyo-kültürel yapısı hem de tarihî geleneği, dinî hayatın huzur ve istikrar içerisinde sürdürülmesi açısından Diyanet İşleri Başkanlığını zaruri kılmaktadır. Ancak bu kurumun taşımakta olduğu büyük sorumluluğun bilinci içinde daha mükemmel organize olması, yüksek nitelikli personelle takviye edilmesi, İslam içi inanç gruplarının tamamına hizmet verecek bir faaliyet ortamına ulaşması, bu anlayışı kamuoyuna gerekli şekilde yansıtması büyük önem taşımaktadır.

Alevilik, bu ülkenin ve kültürümüzün gerçeğidir. Alevilerin sorunları sadece Alevileri değil, toplumun bütününü ilgilendirmektedir. Toplumsal huzurun, barışın ve istikrarın sağlanması, bu sorunların bir an evvel halline bağlıdır. Dolayısıyla başta Devlet olmak üzere, bütün kesimlere düşen görevler vardır.

Din duygusu gibi ibadet ihtiyacı da doğuştan vardır. Yaratıcıya olan sevginin sonucu, insanın sırf Allah için yaptığı her bilinçli fiil, ibadet olur. Dolayısıyla ibadet bilinci ve zevki için yapılan cem töreni de dinî nitelikli bir törendir. Buna göre cem töreninin icra edildiği cemevi, Alevi yurttaşlarımızın mistik bir anlayış içerisinde ibadet yaptıkları mekândır. Ancak, cemevinin bu özelliği, onu camiye alternatif kılmaz. Çünkü her şeyden önce cemevi, bütün Müslümanlara değil, sadece Alevilere özgü, mistik kurumsallıkla ilgili dinî ritüellerin dışında da çoğu zaman sosyal aktivitelerin düzenlendiği özel bir yerdir. Üstelik geleneksel Alevilikte, Muharrem cemi hariç, cem törenine musahip olmayanlarla çocuklar katılamamaktadır. “Cemevi cemaat evidir, cemiyet evi değildir.” sözü, buranın özel ibadet yeri olduğunu göstermektedir. Oysa cami, bütün Müslümanlara açık bir ibadethanedir. Bunun yanı sıra caminin “mabet” özelliği vardır. Her dinin itikat sistemi olduğu gibi Yahudilerin havrası, Hristiyanların kilisesi, Müslümanların camisi bulunmaktadır. Başka bir deyişle dini temsil eden mabet tektir.

Aleviliği bir din hatta dinî inançla ilgisi olmayan otantik bir kültür olarak algılayan, Alevileri bu anlayışa yönlendirmeye çalışan ve büyük çapta Almanya üzerinden yürütülen girişimler, Türkiye’de sosyo-politik bir sorun oluşturmayı, toplumu ayrıştırmayı amaçlamaktadır. Dış merkezli bu tarz yaklaşımlar, Alevi yurttaşlarımızın büyük çoğunluğu nezdinde kabul görmemektedir. Aleviliğin sorunları, başta cemevleri konusu olmak üzere, halledilirken sorunun dış kaynaklı tahrik ve yönlendirme girişimlerinden uzak tutulmasına özen gösterilmelidir.

Cemevleri ontolojik anlamıyla toplumsal ayrışmaların değil, tam tersine toplumsal beraberliğin, saygı ve muhabbet ortamının oluşturulduğu, mistik duyguların yaşandığı, tasavvufi eğilimlerin egemen olduğu, Alevi yurttaşların geleneksel inanç törenlerini rahatlıkla yapabildikleri mekânlar olarak işlevlerini görmeli, devlet buraların maddi ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Yapılan bazı araştırmalar şu tabloyu ortaya koymuştur: Cemevlerine giden gençlerin üçte ikisi, dış kaynaklı ideolojik fitne tuzaklarına düşmeden, hayatlarını kuruyorlar. Buna karşılık bu tezgâhlara kapılan Alevi gençlerin üçte ikisi cemevlerine gitmeyen, Aleviliğin inanç özelliklerine yabancı kalan kimselerdir.

1925 yılında çıkarılan 677 Sayılı Yasa’yla Bektaşi dergâhlarının yanında bütün tekke ve zaviyeler kapatılmıştır. Bu Yasa’nın değiştirilmesi anlamına gelen teklifler yapılırken konunun sadece Alevi ve Bektaşileri değil, yerleşik geleneklere ve örgütlenme biçimine sahip diğer tarikatları da doğrudan ilgilendirdiğini, onların da aynı doğrultuda talep ve beklentilerinin bulunduğunu düşünmek gerekir. Bu sorun, vakıf müessesesinin esas hüviyetinden uzaklaşmasına sebep olan yasada, bu müessesenin tarihî ve sosyal işlevini yerine getirdiği dönemlerdeki rolü göz önünde tutularak amaca uygun şekilde yapılacak düzenlemelerle çözülebilir. Ülkemizde toplumsal huzurun sağlanması ve demokratik nizamın güçlendirilmesi bakımından büyük önem taşıyan bu sorun, daha fazla vakit kaybedilmeden halledilmelidir. Ancak konunun görünenden daha karmaşık ve çok yönlü olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Soruna çözüm bulmak için çalışılırken daha çetrefil sorunların ortaya çıkmasına yol açılmaması hususunda özen gösterilmelidir.

DİN BİLGİSİ VE AHLAK DERSLERİNİN DURUMU

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, Anayasa’ya uygun şekilde dinler hakkında bilgi verilmesine yönelik kültürel nitelikli bir ders olması kaydıyla zorunlu olmalıdır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları bağlamında 2004’ten itibaren yapılan düzenlemelerle bu derslerde okutulan kitaplarda Alevilikle ilgili geniş bilgi verilmektedir. Bu yapılırken Alevilik ve Bektaşiliğin kültürümüzün önemli bir parçası olmasının, bu derslerde Türk kültürüyle birlikte önemli önder simaları olan dinî mistik kişiliklerine ilişkin bilgi verilmesinin dersin amacına uygun olacağı görüşünden hareket edilmiştir. Bu dersin bir genel kültür dersi olarak mecburiyetinin devam edip etmemesi hususu tartışılırken dersin şu andaki özelliğinin genel kültür dersi niteliği taşıdığı, bir inancı dayatma amacının olmadığı göz önünde bulundurulmalıdır. Kaldı ki bu ders seçmeli kılınırsa öğrenciler derse katılanlar ve katılmayanlar olarak en kritik yaş dönemlerinde ayrışmış olacaklar, böylelikle psikolojik bir baskıyla karşı karşıya kalacaklardır.

Bu açıdan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi, genel kültür dersi hüviyetinde mecburi olmalı, bunun yanında çocuklarına okulda din eğitimi verilmesini arzu eden ailelerin bu isteği, Anayasa’da yer aldığı tarzıyla devam etmelidir.

ASKERÎ YÜKSEK İDARE MAHKEMESİ VE ASKERÎ YARGITAYIN KONUMLARI

Askerî yargıda bazı düzenlemeler yapılmalıdır. Askerî Yüksek İdari Mahkemesi, demokratik ülkelerin anayasalarında yer almayan, Türkiye açısından günümüzde varlığına ihtiyaç olmayan bir organdır. Bu mahkemenin işlevi Danıştay dairelerinden biri tefrik edilerek yerine getirilmeli, AYİM kaldırılmalıdır.

Keza aynı durum Askerî Yargıtay için de söz konusudur. Askerî mahkemeler, askerlik mesleğinin icrasından kaynaklanan mesleki ve inzibati davalara bakmak üzere devam etmeli, ancak temyiz süreci Yargıtayın ilgili daireleri üzerinden yürütülmelidir.  

BAŞ ÖRTÜSÜ KONUSU

Anayasa’da baş örtüsünü yasaklayan bir hüküm bulunmamasına rağmen Anayasa Mahkemesi, yetkisinin dışına çıkarak, yerindelik değerlendirmesine yönelip konuyu yorumlamak suretiyle okullarda baş örtüsü takmanın Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin ihlali anlamına geldiğine hükmetmiştir. Bu bakış tarzı, yıllar boyunca toplumsal huzursuzluklara, şikâyetlere yol açmıştır. Sorun, bir Anayasa maddesi ile çözülmek yerine, kişi hak ve özgürlükleri çok açık bir biçimde “kişilerin din ve inanç özgürlüklerini tam bir serbestlikle yerine getirmelerinin devletin teminatı altında olduğu” vurgulanarak halledilebilir. Dolayısıyla baş örtüsü konusunun özel bir ifade olarak Anayasa’da vurgulanmasına gerek olmadığını düşünüyoruz.

KANUN KUVVETİNDE KARARNAME YETKİSİ

Kanun yapma, TBMM’nin görevi ve yetkisinde olmasına rağmen, hükûmete verilen Kanun Hükmünde Kararname Çıkarma Yetkisi, amacının dışında kullanılarak Yürütme Organı’nı, Yasama Organı’nın işlevini yapar duruma getirmektedir; birçok bakanlık ve kurumda, bu yolla Meclis’te müzakere edilme imkânı olmaksızın köklü değişmeler yapılabilmektedir. Anayasa organları arasında karmaşaya yol açması nedeniyle Kanun Kuvvetinde Kararname Çıkarma Yetkisi kaldırılmalıdır.

ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELER

Olağanüstü şartların mahsulü olan ve yıllar önce yürürlükten kaldırılan İstiklâl Mahkemeleri’nin eleştirildiği günümüzde, benzer özellikler taşıyan Özel Yetkili Mahkemeler olmamalıdır.

ANAYASA MAHKEMESİ

Anayasa Mahkemesinin teşkili ve üyelerinin seçilmesine ilişkin maddeler yeniden düzenlenmelidir. Yüksek Mahkemeye seçilecek hâkimlerin nitelikli, tecrübeli, kariyerli hukukçulardan oluşması sağlanmalıdır. Yüksek Mahkeme Üyeleri’nin görev süreleri on yıl olmalı ve bir dönem için seçilmelidirler.

Anayasa Mahkemesinin Anayasa değişiklikleri üzerindeki denetim yetkisinin nitelik ve kapsamı, 61 Anayasası’ndan beri tartışılan bir konudur. Yüksek Mahkeme, anayasa değişikliklerinin Anayasa’ya uygunluğunu, 1971’de yapılan değişikliğe rağmen, denetlemeye devam etmiştir. Böylelikle 70’li yıllarda dört anayasa değişikliğini iptal etmiştir. 1982 Anayasa koyucusu, muhtemelen bu kararlara karşı tepki olarak şekil yönünden denetimin kapsamını açıkça tanımlama yoluna gitmiştir.

Yüksek Mahkeme, 2008’e kadar Anayasa’nın bu hükmüne uygun davranmış ve anayasa değişikliklerinin iptaline ilişkin üç başvuruyu, 148. maddede sayılan şekil bozukluklarıyla ilişkili olmadıkları gerekçesiyle reddetmiştir. Ancak Mahkeme, 2008’de bu içtihadını değiştirmiş ve Anayasa’nın 10 ve 42. maddelerini değiştiren 5735 Sayılı Kanun’u iptal etmiştir. Bu kararıyla 70’li yıllara geri dönmüş ve değiştirilemez maddelere aykırılığı bir şekil sorunu olarak görmüştür. Bundan sonraki dönemde benzer karmaşanın yaşanmaması için 148. madde muhafaza edilmeli, Mahkeme’nin yorumlama suretiyle yetki ihlali yapmaması için söz konusu madde daha net bir ifadeyle güçlendirilmelidir.

YÜKSEK ÖĞRENİM KURULU (YÖK)

Bu Kurul’un teşkilinden sonra üniversite sayısının çok artması, eğitim ve öğretim şartlarının değişmesi, yüksek öğrenimde bilimsel araştırma ve yenilikçiliğin öncelikli hâle gelmesi, YÖK’ün teşkilat yapısı ve amaçları açısından köklü şekilde revize edilmesini mecburiyet hâline getirmiştir. YÖK, bir eşgüdüm ve denetim kurumudur. Üniversitelerimiz ise, azami ölçüde yerinden yönetilebilen ve bilimsel idari organlarını vesayetsiz seçebilen özgür ve demokratik kurumlar olmalıdır. YÖK’ün günümüz şartlarına, ülke ve toplum ihtiyaçlarına, akademik hayatın verimli şekilde işlemesine, nitelikli bilim insanı ve araştırmacıların yetişmesine hizmet edecek tarzda yapılandırılması gerekmektedir.

ANAYASA METNİNİN DİLİ

Ülkemizde anayasa ve kanunlar hazırlanırken ne yazık ki dile, Türkçenin kullanılmasına gerekli özen gösterilmemekte, bu yüzden metinlerde fahiş ifade ve dil bilgisi hataları ortaya çıkmaktadır. Anayasa gibi her bakımdan büyük önemi ve anlamı bulunan hukuki bir metnin, hem kanun dilini hem de Türk dilini çok iyi bilen kimseler tarafından düzenlenmesi gerekir; böylece iltibas ve toplumu bölebilecek ifade ve ibarelerin ortaya çıkması zamanında önlenmiş olur.

 


Editör: TE Bilişim