Ülkemizi yöneten siyasi iktidar ve uygulayıcısı oldukları savaş ve şiddet politikaları öyle bir notaya geldi ki hiçbir yasa ve kuralla kendini sınırlı görmeyen pervasız, fütursuz ve esas olarak çıplak zora dayalı ceberut  yönetim biçimine evirilerek kendine biat etmeyenleri “düşman” ilan etme seviyesine ulaştı.

 

       Bu gelinen nokta, ülkemizdeki ceberut yönetsel zihniyetin kuruluşundan bu güne çıplak zor dâhil tüm araçlarla toplum üzerine nasıl çöreklendiğini gösterirken dünyadaki bilinen örneklerinden İtalyan faşizmine ve Alman Nazizm’ine nasıl öykündüğünün de sergilemektedir. Portekiz de uzun yıllar hüküm süren Slazar’ı, Arjantin hüküm süren Peronların faşist dönemlerini bile mumla aratacak denli çıplak zora dayanan ülkemiz AK Parti rejimi  dünya insanlık tarihi kayıtlarındaki kara listeye adnı yazdırma başarısını göstermiştir.

 

     Bu elbette kendilerinin tercihi ya da fıtratından kaynaklanan öznel bir durum değil. Sistemi böyle bir değişime zorlayan tarihsel koşulların ülkemiz somutunda dayattığı bir zorunluluk. Bunun arkasında, kendisi zaten yeni kaynak ihtiyacı içinde olan egemen sermayedar kümesinin esneme marjının iyice daralmış olmasından tutalım Ortadoğu’daki gelişmelerin iktidar bloğunun eski ve yeni bileşenlerinin tümünde “Türkiye’nin (de) bölünmesi” paniği yaratmasına kadar bir dizi nedenin olduğunu bilmeliyiz.

 

     Bu nedenselliklerin olup olmadığını bilmek çok mu önemli şeklinde bir soru akla gelebilir. Soruna “tez yarıştırma” ya da “teorik ahkâm kesme” sınırları içinde baktığınız sürece bunun fazla bir anlamı olmayabilir. Ancak bu ceberut sisteme karşı mücadelenin gelişimi ve geleceğini esas alan bir yaklaşımla hareket ettiğiniz zaman iş değişir. Doğru bir strateji ve taktik izleyebilmeniz için önce doğru bir çözümlemeye sahip olmanın önemi çıkar bu noktada karşımıza. 

 

      Ülkemizde dünden bu güne hâkim olan yönetsel kalıbın tek adam yönetimine dönüşerek kendini ikame etme yöneliminin şiddeti esas alan bir çizgide ilerlemesi, onun, toplumun değişik kesimlerini denetim altına almak için başka araç ve yöntemlere ihtiyaç duymadığı ve bunları da kullanmadığı anlamına gelmiyor. 

 

      Türkiye’deki toplumsal muhafazakâr birikimin 3 tarihsel ayağından özellikle ikisinin kullanımı öne çıkar burada da karşımıza: Kürt düşmanlığı ve dinci gericiliğin kaşınması; kendisini zorlayan kayda değer bir sol ve işçi hareketi ortada olmadığı için yönetsel hâkim güçler, üçüncü ayağı oluşturan “komünizm düşmanlığına” bugün fazla ihtiyaç duymuyor. 

      Din taassubun siyaseten kullanımı, aralarındaki farklılıklar ne olursa olsun tarihteki bütün ceberut rejimlerin ortak özelliklerinden biri olmuştur. Bu anlamda AK Partisi iktidarı ne tektir ne de ilk. Bırakalım dünya tarihindeki örnekleri ülkemizde yönetsel ergi elinde bulunduranlar, milliyetçilikle dini her zaman birlikte kullanmıştır. Sadece kullanan öznelere ve dönemlere göre bunların dozu ve öncelik dereceleri farklılaşır. Örneğin 12 Eylül askeri faşist cuntasının o güne kadarki fiili durumu alenileştirip devletin “resmi ideolojisi” olarak tanımladığı “Türk-İslam Sentezi”, MHP somutunda karşımıza “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız” sloganı biçiminde çıkar. 

 

      30’lu yıllardan beri toplumcu düşünürler, faşizmin, “değişmeyen tek bir biçime sahip olmayıp ülkeden ülkeye, hatta aynı ülke içinde dönemden döneme değişebilen dinamik özelliğine” dikkat çekmişlerdir. Açık çıplak zor a karşı mücadelenin sabit bazı biçim ve kalıplara saplanıp kalınmaması açısından hayati öneme sahip bu uyarıyı, faşizmin kullandığı biçim, araç ve yöntemler konusunda da unutmamak gerekir. 

 

      Günümüzde bazı solcular bile AK Parti’yi hala asıl olarak dini kullanan, “dinci faşist” bir odak olarak tanımlama ısrarı içindeler. Gerçeğin önemli bir yönüne işaret etmekle birlikte bütünü kapsamayan, daha da önemlisi özü, yani AK Partisinin dinci olmaktan da önce neoliberal tipte bir ceberutluğun temsilcisi olduğu gerçeğini perdeleyen bu tek yanlılık, onun dini kullanımındaki farklılaşmaların da farkında değildir. Hâlbuki AK Partisinin ideolojisi ve pratiğinde bile dinin yeri ve kullanımı, iktidarının ilk dönemi diyebileceğimiz 2002-2008 arası ile 2010 Anayasa Referandumu sonrası ve şu son bir yıllık kesitte bile aynı yoğunluk ve ağırlıkta değildir. 

 

     Buna karşın AK Partisi zihniyetinin bugün öne çıkardığı asıl ideolojik yapıştırıcı argümanı ırkçı Kürt düşmanlığıdır. Öyle ki, bu hem yasa-kural tanımaz çıplak zorun dizginlerinden boşanmasının bir bahanesi olarak kullanılmakta hem de 7 Haziran öncesi Kürtleri ısrarla “özerklik karşılığı başkanlık” pazarlığı içinde göstermeye çalışan Kemalist ulusalcı çevrelerin dahi Tayyip Erdoğan ve AKP ile kol kola girip ona koltuk değneği olmalarının gerekçesini oluşturmaktadır. 

 

     Dolayısıyla bugün Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı illerinde gerçekleşen çatışma ve ona karşı tutum sorunu, sadece ulusal sorunda kimin yanında yer alındığıyla sınırlı bir demokratlık sınavından ibaret değildir.

 

    “Meselenin 3-5 ağaç meselesi olmadığını” hala göremeyenler “ama PKK de…”, “fakat hendek…”, “lakin barikatlar…” edebiyatını hala sürdürüyor olmaları kelimenin tam anlamıyla aymazlıktır. Bu aymazlıkları ile tek adam yönetimine geçişi kolaylaştırdıklarını, baskı ve şiddetin artarak sürmesine de yardımcı olduklarını belirtmeliyim.