Mısır’da askeri yönetimin izlediği Müslüman Kardeşler’i silahlı çatışma içine çekme ve silahlı çatışma/iç savaş sürecinde Cezayir konsepti ile ezme politikası her geçen gün biraz daha hızlı ilerliyor. 1990 ve 1991’de seçimleri kazanan İslami Selamet Cephesi ile Cezayir’in kurucu partisiUlusal Kurtuluş Cephesi ve ordu arasında çıkan iç savaş sonucunda ordu, İslami Selamet Cephesi’nin alt yapısını ezdi. 2002’de sona eren savaş Cezayir Ordusu’nun kesin galibiyeti ile bitti. Bundan dolayı, Arap Baharı, Cezayir’de bir yaprak dahi kımıldamasına neden olmadı. Şimdi Mısır Ordusu veya Mısır Ordusu içinde bir kanat, demokratik seçimlerin tekrarı konuşulurken, Müslüman Kardeşler’i iç savaşa çekmek üzerine kurulu bir siyaset izliyor. Müslüman Kardeşler ise Mısır Ordusu’nun kan dökmesinden çok şikayetçi değiller. Eğer Mısır Ordusu, Müslüman Kardeşler’i iç savaş ortamına, silah kullanmaya tahrik edemeden kan dökmeye devam ederse, Mısır içinde ve dışında orta vadede savunulması, desteklenmesi mümkün olmaktan çıkacak.
İşte böyle bir ortamda AKP Hükümetinin Mısır politikasını incelediğimiz zaman iki boyutta ele almak gereği ortaya çıkmaktadır. AKP’nin dış politikası; ABD, AB, Basra Körfez monarşileri ve özellikle Suudi Arabistan ile karşılaştırıldığında ahlaki bir niteliğe sahiptir. Bu ahlaki boyutu zedeleyen ise aynı hükümetin, örneğin Bahreyn’de
Şii ayaklanmasına yönelik Suudi Ordusu destekli kanlı bastırma sürecini görmemezlikten gelmesi ve susmasıdır. Keza bu ahlaki boyutu, Sudan’da soykırım sınırında katliamlara imza attığı belli olan Ömer El Beşir’in aynı hükümet tarafından desteklenmesidir.
Dış politikada ahlaki boyut önemli olmakla beraber daha önemli olan ve tarih boyunca ülkelerin dış politikalarına damgasını vuran reel politik ve ülke çıkarları olmuştur. AKP Hükümetinin ve Ahmet Davutoğlu’nun kendilerinden önceki beğenmedikleri Cumhuriyet Hükümetlerinden aldıkları miras, Türkiye’yi hem İsrail hem Suriye ile görüşme ve hatta aralarında arabuluculuk yapacak kadar iyi ilişkilere dayanıyordu. Ancak gelinen noktada Türkiye’nin nerede ise Orta Doğu’da iyi ilişki içinde olduğu ülke kalmamıştır. Orta Doğu’da “düşmanımın düşmanı dostumdur” ilkesi geçerli olmasına rağmen, Türk dış politikasında “düşmanımın düşmanı da düşmanımdır” ilkesi hakim olmuştur. Bugün Türkiye, hem İsrail hem de Suriye ve Mısır ile arası bozuk olan tarihteki ilk ülke olma konumundadır. Doğrusu Orta Doğu’da hem İsrail hem Suriye ve Mısır ile aynı anda düşmanca ilişkiler içinde olmak zordur ve AKP Hükümeti zoru başarmıştır.
Oysa Türkiye’nin Mısır’da yapması gereken askeri yönetim ile kavga etmek, Mısır Ordusu’nu itaatsizliğe çağırarak iki ülke arasındaki gergin ilişkileri daha da germek değildir. Türkiye’nin yapması gereken, askeri darbe sürecini mümkün olduğu kadar kısa sürecek şekilde Mısır’da arabuluculuk rolünü üstlenmeye çalışmaktır. Bu daha zor, daha fazla sabır isteyen yaklaşımdır. Ancak diplomasi de budur. Oysa, AKP Hükümeti, Orta Doğu bölgesindeki liderlere Türkiye’deki muhalefete davranır gibi davranmakta, ilişkilerinde Ankara’nın valilerden talep ettiklerini, diğer ülkelerin liderlerinden talep etmektedir.
Türkiye’nin değil, ABD’nin reel gücü bu tarz ile Orta Doğu’da istediği sonucu almaya muktedir değildir. Üstelik, Türkiye 2003’den buyana yumuşak güç unsurlarının etki sahasının ulaşabileceği sınırlara ulaşmıştır. Bundan sonra sert güç unsurları devreye girebilir. Ancak Suriye iç savaşı göstermiştir ki, sert güç unsurlarını PKK terör örgütüne karşı kullanamayan ve kendi ordusu ile kavga eden bir Türkiye’nin Orta Doğu’da etkili olması mümkün değildir.
Üstelik AKP Hükümeti etkisiz bir şekilde bağırıp çağırırken, Mısır’daki askeri yönetim Türkiye’ye ağır zararlar verebilir. Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi enerji kaynaklarından dışlayacak şekilde Yunanistan, Ürdün, Lübnan ve Güney Kıbrıs ile işbirliği yapabilir. Sözde Ermeni soykırımını kabul ederek, diğer Arap ülkeleri için bu konuda var olan psikolojik bariyeri kırabilir. Bunları hep birlikte düşünmek gerekmektedir.