Bazı tanımlamalar vardır ki, yazıya döküldüğünde içinde barındırdığı tariflere baktığınız zaman herhangi bir kategoriye koyup ne olduğunu anlamak güçtür. Anlayacağınız açık ve net bir şekilde anlatılsa da işlevleri, bir bilmece gibidir. Tıpkı aşağıdaki gibi.

 Gelin hep beraber okuyalım o zaman ve altında yazan cevabı okumadan önce, yazı sanatının nelere kadir olduğunu, insan beyninin kıvrımlarında ele alarak düşünelim.

Ayaktayken yüzümde, yataktayken baş ucumda. O bana her şeyi gösterdiğini iddia eden, netliğiyle gurur duyan garip, saydam, geçirgen ve kırılgan şey. Düşmanımı görmemi kolaylaştırır ama düşmanımla dövüşürken yaralanmama neden olur. Onu silip temizlerken bir annenin çocuğunu yıkayışını hatırlarım. Şimdi bilin bakalım bu sorunun cevabını.

Neymiş cevabı?

Evet; cevap gözlük. Çok küçük yaşlardan itibaren taktığım ve deminki tanımlamalar çerçevesinde hiç düşünmesem de bu kadar bana yakınken farkına varmadığım, onsuz da yapamadığım nesne. Hele sınıfta o zamanların ilk gözlük takan çocuğu olduğumu hatırlayınca dokuz yaşımda sürekli’ dört göz’ tanımlamalarının  dalga geçmelerinde yaşadığım sıkıntılar.

Nihayetinde yaşam sürüyor ve sıkıntısızda yaşam da olmuyor. 

İşte yine böylesine sıkıntı yaşayan evli çiftin onca sene ne için sabrettiğini, aşağıdaki hikayede, evlatlarımızın yaşamımızdaki önemini göz ardı etmeden bir değerlendirelim.

105 yaşında bir adamla, 100 yaşındaki bir kadın boşanmak için mahkemeye başvurmuşlar; hakim  birbirinden dert yanan yaşlı çifti dikkatle ve hayretler içerisinde dinlemiş. Sonun da dayanamayıp sormuş:

-          Peki amca, demiş, madem bu kadar sıkıntınız vardı, anlaşamıyordunuz, neden daha önce boşanmadınız, bu kadar beklediniz?

Yaşlı adam içini çekmiş:

-          Ah evladım, demiş, boşanacaktık da çocuklar etkilenmesinler diye ölmelerini bekledik.

İşte böylesine sıkıntılar yaşarken, hayata anlam yükleme noktasında bazen çaresiz kalsak da gözyaşlarımız süzülür yanaklarımıza doğru. Bakalım aşağıda nasıl anlatmış, yukarıdaki gözlük ve mahkeme anekdotlarını da yazan şair-yazar Küçük İskender.

Seni sevmek için doğdum, o yüzden yaşıyorum, lütfen beni yalnız bırakma, beni küçük düşürme. Bu aşk değil, başka bir bela be canım; seni düşünerek akıttığım yaşlarla yıkanıyor yalnızlığım şu an. Bir kez olsun “seni seviyorum” desen, yeryüzüne inen peygamber olacağım aşk için.

Bekliyorum… Bir gün sessizce çalacaksın kapımı, başını omzuma koyup ağlayacaksın… Ben de ağlayacağım aşkım… Senin için… Bizim için… diye yazacaktım, hatırladım on yıl önce öldüğünü.

Affet beni.

Sıkıntılar ve onların sonralara bıraktığı pişmanlıklarımız…

Ne dersiniz?

Bir gün birilerine affet beni diyebilecek zamanımız bile olacak mı?..